Bu Blogda Ara

19 Şubat 2009 Perşembe

Aslında...

Yok Birbirimizden Farkımız,
Farklı Olan Adlarımız

-güncel bir öykü-



Üst çapraz komşum, sağ olsun, çevrede olan bitenlerle pek ilgilenir; ilgilenmekle kalmaz, olur olmaz şeylerden üzüntü duyar. Maşallah, etrafta dertlenmeyecek şey ara ki bulasın!... Diyeceğim, durum kötü.

Dün de böyle oldu. Pazardan dönüyoruz... Önümüzde yerel seçim var ya, bizim burada, adamlar, bizim eve inen yolun başında direklerarası yapmışlar, 30 Mart sabahının çöplerini yolun tepesine asmışlar; bizimki, bunlara bakıp bakıp hüzünleniverdi. Neymiş? Bu ne ziyanlıkmış... “Ya, haklısın” falan dedim, ama pek belli, çok dokunmuş olmalı bu manzara arkadaşa, kös kös yürüyor...

On beş-yirmi adım kadar bu böyle sürdü... “Aman iyi, unuttu” demeye kalmadı gürledi: “Bunlar nasıl olur da yan yana donatma yaparlar?” Ne desem, diye düşünmeme fırsat vermeden de ikinci soruyu patlattı: “Seçim bürolarını da yan yana açmışlar... Olur mu öyle şey!?”

Sanki bütün bu şeyleri ben yapmışım gibi, komşumun beni muhatap almış bir hali vardı... Ben de, sondan başlayarak savunmaya geçtim: “Ağabey, bunlar var ya, dıştan tersinedirler de, içten yan yana giderler. Bu arada olan sana bana olur. Boş ver, ne halleri varsa görsünler...”

Bu sözlerim komşumu rahatlatmış olacak, kazasız belasız evi bulduk. Ama o yine suskun... Şen şatır birisini böyle görünce üzülüyor insan... Ayrılırken, “Bir ara gel de bir kahve içelim... Hem bak sana neler göstereceğim, hoşlanacaksın” dedim. “Bakalım” deyip merdivene yöneldi.

İşte böyle... Dedim ya, her bir şeye de dertlenir; bir türlü “Bana ne” diyemez. Benim bu üst çapraz komşumdan ‘İngiliz’ olamaz yani... Bu yüzden de zırt pırt, ‘stent’ denen şeyden taktırıyor. Vak’a-i adiyeden oldu onunkisi... Kim bilir kaç düzineye ulaştı taşıdığı o meretler; hesabını kendisi bile tutamaz oldu.

Asıl diyeceğim şu: Başbakan çıkıp bir şeyler söylüyor, ya da söylüyorum derken sürç-i lisan eyliyor, bizimki dertte... “Ağabey” diyorum, “boş ver, sana ne?” O diretiyor: bir başbakana bunlar yakışır mıymış? “E, yoruluyor; olabilir... Haliyle yani...” O, “Hayır”, diyor, “olmamalı!” “Eh, n’apayım, bul o zaman bir başkasını” diyeceğim, ama kalbini kırmak istemiyorum, suyuna gitmeye bakıyorum.

Komşum, ikindiyi kılıp indi. Baktım, iyice sakinleşmiş görünüyor... Aman ne iyi! Suyu, sütü ocağa koydum, saatin gerisaymalığını on dakikaya ayarlayıp benim bozuk para koleksiyonunu önüne serdim. Ve bu ‘koleksiyon’ lafına bizimkilerin ‘derlem’ dediğini söylemeyi de unutmadım. Böyle şeyleri sever... Ona göstermek istediğim şey, bu eski paralar içinde beni pek etkileyen tırtıklı kuruştu. Onun bir de tırtıksızını kesmişler ama, dolaşımda pek az süre kalmış...

Komşum benden sekiz yaş büyük; beni pek dinlemiyor, gözleri hazine bulmuş gibi parlamış, paraları, “Ben şunu kullandım, bunu kullandım; şununla şu kadar bilmem ne alırdık, buna yarım okka helva verirlerdi” diye sevip okşayıp, değer sırasına göre yan yana diziyordu... Tam zamanıdır, deyip, kendisine çaktırmadan ayırdığım deliklileri önüne koyuverdim: “Ağabey” dedim, “aha bu da, Başbakanımız’ın, bir vakitlerin kenef parası dediği delikli kuruş.”

Ah, demez olaydım! Sen misin bu ‘olay’ konuşmayı anımsatan!?... Aldı aldı verdi... Zor bela yatıştırdım... Bu arada haliyle süt de taştı, ortalık berbat oldu...

Asıl felaket, komşumu yatıştırma işinin yine bana düşmüş olmasıydı... Başarabildim mi? Evelallah! Nasıl mı? Yazmaya başladığım bir yazıyı okuyarak:







«Delikli Kuruş’a Övgü


1 Kuruşluğun Elde Edilemez Varlığı

Başbakanımız, geçenlerde “Geldik 6 tane sıfırın tamamını da attık mı? Ya paramızı para yaptık be... Eskiden delikli parayla tuvalete gidilirken, öyle bir hale getirdiler ki Türkiye’yi, tuvalete girmenin bedeli bir milyon oldu be... Ha, şimdi kuruşlarla tuvalete girilmeye başlandı. İşte biz buyuz; farkımız bu...” dedi ya, başmuhalif durur mu, o da “Eskiden delikli parayla ihtiyaç giderilirmiş, şimdi delikli olmayan parayla ihtiyaç gideriliyormuş. Başbakan meydanlarda bunu anlatıyor. Kendisinin durumunu gösteriyor bu” diyor.

Şimdi ne anlayacağım ben bu sözlerden? Koca bir hiç!...
Bu arada vatandaş, TL’ye dönüş yapan paramızın pek şirin olduğunu sandığım 1 kuruşluğunu daha görebilmiş bile değil. Başta kocabakkallarda çalışanlar, önüme gelene soruyorum: bu yeni paramıza sahip olmak bir yana dursun, onu gören bilen, ona dokunmuş olan bir tek Allah’ın kulu yok! Niye? Birisine sormak gerek... Bir tek ekmek alabilmek için bile yetmiş beş tanesini bir araya getirmek gerektiğinden midir acaba? Şimdilik, yalnızca bankalar ile kocabakkallardaki göstermeliklerde sergileniyor. Ama ne dokunabiliyorsun ne de bir şey... Ne demişler? “Ben paraya para der miyim para benim olmayınca...” (Attım. İK)


Ulan, diyorum, altı üstü 1 kuruş, bak ne dertlere saldı beni...

.....

Aslında birbirlerinden hiç farkı olmayanların, farkları yalnızca adlarında olanların bizleri düşürdüğü durum işte bu merkezde...»

Üst çapraz komşum biraz olsun rahatlamıştı; ağzımıza sanal da olsa bir tat getirir umuduyla kahve hazırlamaya mutfağa yöneldim. Bu kez başında duracak, taşmasına olanak tanımayacaktım. Zaten sabrım taşıyor, hiç değilse o taşmasın.

Yazımı ne zaman mı tamamlayacağım? 1 kuruşluğuma sahip olur olmaz... Yarın, bankalardan da bir sonuç alamazsam Merkez Bankası’na bir uzanayım diyorum.


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 18 Şubat 2009



© 2009 İK

Hiç yorum yok: