Bu Blogda Ara

12 Mart 2010 Cuma

İstiklal Marşımız’a Dair

Bir Yıldönümünde Öylesine Düşünceler


Turkcell Süper Ligi’nin 24’üncü haftasından akılda kalacak şeylerin başında, bana göre, İstiklal Marşımız’ın ıslıklanması da gelecek olmalı. Bu durum ilk değil. İstiklal Marşımız’a pek çok kere saygısızlık yapıldı bu ülkede. Türlü fırsatlarla, türlü biçimlerde…

İstiklal Marşımız, Anayasamız’da 3’üncü maddede yer alıyor:

«III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti

MADDE 3. – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.

Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.

Başkenti Ankara’dır.»

Bu madde, Anayasamız’ın değiştirilemeyecek hükümlerinden:

«IV. Değiştirilemeyecek hükümler

MADDE 4. – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.»

Bu durumda, kestirmeden bir yargıyla, “İstiklal Marşımız’ın ıslıklanması sürüp gidecek” denebilir… Öyle mi?

*
İstiklal Marşı’nı neden ıslıklıyorlar?

Bu soruya yanıt vermenin yolu, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg’in geçen yıl Ekim ayında açıklanan ülkemizdeki azınlıklarla ilgili raporuna bakmaktan geçiyor. Komiser Hammarberg’in bizim öğrenci andındaki “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözüne takmış olduğunu görmek, bu soruyu yanıtlamayı kolaylaştırıyor. Çünkü Bay Hammarberg, bu sözle etnik ayrımcılık yapıldığı kanısında… Ve, “Azınlık tanımının Avrupa’daki tanımına uyarlanması, ancak Anayasa değişikliği ile mümkün. Bu değişiklik mutlaka yapılmalı” diyor. Adamın raporunun özü bu.

Benim bildiğim ise şu: ’24 Anayası’nın 88’inci maddesinin birinci fıkrası, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle ‘Türk’ ıtlak olunur.” diyordu (‘ıtlak olunmak’, sözün gelişinden de anlaşılıyor, ‘adı verilmek’ demek). Bu anlatımın bugünkü anayasamızdaki karşılığı, ‘Türk vatandaşlığı’nı tanımlayan 66’ncı maddenin ilk fıkrası. Tek tümcelik fıkra şu: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”

Bu iki anlatım beni, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye Halkına Türk milleti denir” sözüne götürüyor.
Gördüğüm kadarıyla, İsveçli diplomat Hammarberg İstiklal Marşımız’daki ‘ırk’ sözcüğünü görmemiş ya da ona bunu gösteren olmamış. Ya görseydi?!... Bu “Ya görseydi” sözüne soru imi ile ünlemi laf olsun diye koydum; ‘Hammarberg’lerden korktuğumdan değil… Yapacaklarını yapmaktalar, daha n’etsinler ki…

Ama ben, evvel ahir, bu ‘ırk’ sözünün İstiklal Marşımız’da yer almış olmasını yadırgamışımdır. Niye? İstiklal Marşı’nın sözlerini yazan Mehmet Akif’in özelliğini bildiğimi sandığım için… Akif, yurtseverliğiyle, ülke sorunlarına olan yakın ilgisiyle, köksüzlüğe karşı oluşuyla tanınan ve işlediği konulara dinsel açıdan bakışı ağır basan bir edebiyatçı, çok özel bir şair değil mi? Peki, hiçbir yapıtında ırkçılıktan eser olmayan Akif İstiklal Marşı’nın iki dizesinde neden ‘ırk’ sözcüğünü kullanmış olabilir? Bana göre, vezin tutturmak için: “Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?” ve “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal;”…

Şimdi düşünüyorum:

- Biz, devlet olarak, millet olarak ırkçılığa karşı mıyız? Evet. Ama bu büyük toplumun içinde kimileri de ırkçı olabilir mi? Olabilir. “İstisnalar kaideyi bozmaz” demez miyiz? Bir kişi, hukuka aykırı işler yapmadıkça istediği düşünceyi taşıyamaz mı?

- Ben şahsen, aile geçmişimde hangi kökenden analar babalar, dedeler nineler var, bilmiyorum. Merak da etmiyorum. Ayrıca, yedi göbek geçmişini belgelere dayalı olarak bilen varsa beri gelsin…

- Türk Milleti’nin ırksal bir listelemesini yapmak olanaksız. Bu yargıya varmak için Osmanlı padişahlarının kaydı kuydu bilinen soylarına bakmak bile yeterli.

- Bu milletin geçmişinde arı ırk üretme gibi bir derdi olmuş mu? Hayır.





















İnsan Harası.
Fransız yazar Louis-Charles Royer bu romanını,
Naziler’in arı ırktan insan elde etmek için
uyguladığı söylenen yöntem üzerine kurmuş.



Ve yeri gelmişken söyleyeyim, “falanca filanca kardeşlerimiz” sözleri, herkes birbirine karışmış olduğundan temelsiz; dolayısıyla yanlış. Üstelik, birilerini ‘ötekileştirme’ kokuyor.

*
Şimdi de İstiklal Marşımız’ın kabulüne bakmak istiyorum: İstiklal Marşımız Meclis kararıyla* kabul edildi. İlk millet meclisimiz olan Büyük Millet Meclisi’nce 12 Mart 1337’de… Miladi 1921’de. BMM’de ilk okunuşu da 1 Mart 1921’de olmuş.

Öyleyse, Meclis, TBMM yeni bir karar alır, İstiklal Marşı’ndaki ‘ırk’ sözcüğünü ‘halk’ olarak değiştirir, olur biter. Vezne de halel gelmez.

Kuşkusuz, bu ‘yenilenen’ ‘İstiklal Marşı’na da karşı olanlar olacaktır. ‘Hammarberg’lerin maşalığını sindirebilir misin sindiremez misin, … Bütün mesele bu.

*
Bugün, İstiklal Marşımız’ın milletçe kabulünün yıldönümü. Kutlu olsun!


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 12 Mart 2010

_____________________
*
tr.wikipedia.org (bkz. Kaynakça)

© 2010 İK


(www.ilgilik.net kaynağından)

4 Mart 2010 Perşembe

Şimdi Bilgileri Tazeleme Zamanı

Halkoylaması Nedir, Ne Değildir?*


18 Ocak’taki yazımda, “Bir sonraki yazımda, ‘Halkoylaması nedir ne değildir’ demeye çalışacağım” demiştim. Epey gecikmiş olarak o sözümü yerine getirmeye çalışacağım. Bu gecikme, biraz da koşulların tahminimden geç oluşmuş olmasından kaynaklanıyor…

Sözlükler, ‘halkoylaması’ için benzer sözcüklerle aynı tanımlamayı yapıyor. Bunlardan anlaşılan şu: ortada siyasal ya da toplumsal bir sorun olacak, halkın bu konudaki olumlu ya da olumsuz görüşünü belirlemek için ‘evet’ ya da ‘hayır’ diye iki seçenekli genel bir oylama yapılacak…

“Evet mi hayır mı?” Bana bu sorunun bir tek şey için sorulmasını isterim.


‘Halkoylaması’ sözünün Frenkçesi ‘referandum’. Aslı Latince bir sözcük… Fransızlar ‘référendum’, İngilizler ‘referendum’ biçiminde yazıyor; biz Fransızlar gibi sesletiyoruz.

İki şey daha eklemem gerekiyor:

Birincisi, bu sözcük, Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğünde ‘halk oylaması’ diye ayrı ayrı yazılan iki sözcükten oluşan ‘birleşik sözcük’ olarak verilmiş; bir anlamının da ‘plebisit’ olduğunu söylüyor bu sözlük. İkincisi de, -konunun dışında olmasına karşın söylemeden edemeyeceğim- Türk Dil Kurumu, ‘bileşik sözcük’ tanımlamasını yanlış bulduğundan olacak, bu dilbilgisi terimine ‘birleşik sözcük’ diyor. Ben, ‘bileşik sözcük’ demeyi doğru bulanlardanım.

Her neyse, asıl konuya döneyim:

Halkoylaması uygulaması hukuk sistemimize 1961 Anayasası’yla girmiş ve ilk kez de bu anayasa dolayısıyla yapılmış. Ülkemizde bugüne kadar beş kez halkoylamasına gidilmiş; ikincisi, 1982 Anayasası’nın kabul edilip edilmemesi; üçüncüsü, kimi siyasetçilere ’82 Anayasası’yla konan siyasal yasakların kalkıp kalkmaması; dördüncüsü, yerel seçimlerin bir yıl öne alınması yönünde Anayasa’da değişiklik yapılıp yapılmaması; beşincisi de, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilip seçilmemesi ile yine Anayasa’nın bazı maddelerinde değişiklik yapılıp yapılmaması konularında olmuş. Bunlardan yalnızca dördüncüsünde ‘hayır’ oyları kazanmış.

Şimdi de plebisite bakmak istiyorum.

Latincede ‘halk’ anlamına gelen ‘plebs’ ile ‘karar/kararname’ demek olan ‘scitum’ sözcüklerinin bileşmesiyle ortaya çıkan bir sözcük plebisit. ‘Plebiscitum’… Bu sözcük, son yüz yıllık tarihte ve günümüzde, özellikle siyasi konularda halkoyuna başvurmayı anlatıyor. Örneğin, I. Dünya Savaşı’yla ortaya çıkan yeni paylaşımda bazı ülkeler ile bazı bölgelerin hangi devlete bağlanacağı bu yolla saptanmıştı. Hatay Cumhuriyeti de bu yolla kurulmuş… Bu arada, Hindistan ile Pakistan arasındaki Keşmir anlaşmazlığının da plebisitle çözüme kavuşturulmak istendiğini hatırlamak gerekiyor. Bu örneklere bakınca, plebisitlerin, bir tür ‘kader belirlemesi’ anlamına gelen halkoylamaları olduğu söylenebilir. Bir de şu var: hukukçular, hükümetlerin bazen demokratik yöntemle yapılan halkoylaması yerine plebisiti yeğleyerek siyasal partileri devreden çıkarıp doğrudan halka başvurma yoluna gittiklerine dikkati çekiyorlar.

Halkoylaması konusuna yeniden döneyim: ben kendi adıma, bir halkoylamasında bir tek şeye ‘evet’ ya da ‘hayır’ dememin istenmesini isterim. Birden çok şey arasında kimine ‘evet’, kimine de ‘hayır’ diyeceğim şeyler olmasından doğal ne olabilir? (bkz. 5’inci halkoylamamız.)


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 3 Mart 2010

© 2010 İK

__________________
* http://www.ilgilik.net/ kaynağından alındı.

2 Mart 2010 Salı

Senaryo -10-

(http://www.ilgilik.net/2010/03/02/senaryo-10.html kaynağından)

s e n a r y o

ya da bir sevdayı resmetmek

bir anlatı denemesi

inal karagözoğlu

-10-

İlk bölüm için tıklayınız.

SİNEMANIN BAHÇESİ.

Sedat ablasının yanına doğru gitmektedir. (Sedat’ın çarpıcı görüntüleri. Çevreden genel/yarı genel görüntüler...)

Sedat ablasının yanına iyice yaklaşmıştır. Nazire, başını arkaya çevirmiş, oturduğu yerden hâlâ ilerilere bakmaktadır, kardeşinin yakınına gelmiş olduğunu görmemiştir.

NAZİRE (gitmek için ayağa kalkar [kızgın]): Şimdi bulurum ben onu... (birkaç adım atar)

MACİT (Nazire’yi hırkasından tutup durdurur): Dur, sen gitme... Ben bakarım.

Macit uzaklaşmaya başlarken Nazire öfkeyle yerine otur.

Macit, fıstık yiyerek yavaş adımlarla yürümektedir; solundaki sandalye bölüğünde oturan bir kızla bakışır, kısa bir süre başı kıza dönük olarak ilerler, bu sırada yanından geçen Sedat’ı görmez. Sedat, solundaki sıralara bakarak ilerlemektedir, o da Macit’i görmez. (Macit’in, kızın, Sedat’ın çarpıcı görüntüleri... Çevreden genel/yarı genel görüntüler...)

Sedat ablasının yanına gelir, bir an durur, ablasının saçını çeker.

NAZİRE (hışımla döner, Sedat’ı görür; kızgınlığı artar): Nerdesin lan sen?!..

SEDAT (gülerek): Burdayım...

NAZİRE (azarlarcasına): Burdaymış... Hıh... Yalan söyleme...

SEDAT (gülmektedir): Valla!.. (geçer, Nazire’nin solundaki sandalyeye oturur.)

NAZİRE (kızgın ve uyarırcasına): Yemin etme, çarpılacaksın!..

Sedat gülmeyi keser, ileriye doğru bakmaya başlar.

NAZİRE (kızgınlığı sürmektedir; makine dairesini işaret ederek): Görmedim mi, yine ordaydın... Nereye yok oldun!?.. Aşşaya (aşağıya) düştün zannettim. Bir gün düşeceksin tepe üstü, o olacak...

SEDAT (yüzünü dönmeden, kendinden emin): Ben düşmem!..

NAZİRE (biraz yumuşamıştır; küçümsercesine): Hıh, düşmezmiş!.. Geçen sene kirazdan düşen ben miyim?

SEDAT (ablasına döner, ciddi): Dal kırıldı da ...

NAZİRE (Sedat’ın sözünü keser, makine dairesini işaret ederek): Gözün hep tepelerde de ondan oğlum... İpince dala binersen...

Sedat susar. (Çevrenin yarı genel görüntüleri, konuşmalara uygun açı-karşı açı görüntüler...)

NAZİRE (kısa bir sessizlikten sonra gözdağı verircesine): Bir daha yanımdan ayrıl, bak babama söylemiyor muyum!..

SEDAT (umursamaz): Söyleee...

NAZİRE (gözdağını sürdürür): Görürsün, sinemaya gönderir mi o zaman?!..

SEDAT (daha da umursamazlıkla omuzlarını kaldırıp indirir): Seni de göndermez!..

NAZİRE (şaşırmış): Niyeymiş?!..

SEDAT (kuşkusu yokçasına): Yalnız göndermez ki... (kıs kıs güler)

NAZİRE (aldırmaz görünür): Ablam yok mu?

SEDAT (umursamazlığı sürmektedir): Olsuun... Hiç göndermez.

Suskunluk. Nazire kızgın ve somurtmuş, ilgisizce oturmaktadır. Sedat, çevreyi taramakta, gazoz satıcısı büyücek çocukla ve kimi çocuklarla karşıdan karşıya işaretleşerek konuşmaktadır.

Hoparlördeki müzik sona erer; bu, “filmden önce çalınan son parça” diye bilinen parçadır. (Çevrenin yarı genel görüntüleri, konuşmalara uygun açı-karşı açı görüntüler...)

NAZİRE (birden telaşlanır, yerinden fırlar, sinemanın arka taraflarına bakar): Macit sana bakmaya gittiydi...

Sedat, umursamaz bir görünüştedir. Sinemanın başlayacağını bildiren birinci zil çalar.

NAZİRE (daha da telaşlı, kendi kendine): Nerde acaba?!.. Bu da hepten dangalak anam... (bakınmaktan vazgeçip hırsla yerine oturur)

İkinci zil. Seyirciler arasında hareketlenmeler... (Çevreden genel/yarı genel görüntüler.)

Üçüncü zil.

Sedat, üçüncü zilin çalmasıyla birlikte ayağa kalkıp heyecan içinde büyük bir dikkatle makine dairesinin küçük pencerelerini gözlemeye başlar. Nazire, Sedat’ı kolundan çekerek zorla yerine oturtur, ardından da bir kez daha arkalara, ara yollara birkaç saniye bakınır, sonra da omzunu silkip önüne döner. (Çevreden birkaç genel görüntü.)

Sinema başlar: Bir fragmanın ardından sessiz bir Fransız filmi...

Perdede görüntüler... Sinemanın ön sıralarında oturan çocuklar, hep bir ağızdan jeneriği okumaya çalışmaktadır. Bu “toplu okuma”ya, öbür bölümden de katılan çocuklar, delikanlılar olmakta, her yaştan kimi büyük insanların da ağızları kıpırdamaktadır. (Görüntüleri tamamlayan sesler.)

..........

Film arası. Çevreden görüntüler. Sedat kalkar, gitmeye davranır.

NAZİRE (pantolonunun kemerinden tutarak Sedat’ı engeller; sertçe): Nereye!?

SEDAT (kurtulmaya çalışır): Bırak... Macit’e bakacağım...

NAZİRE (Sedat’a inanmaz görünmektedir): O kendi gelir... (makine dairesine doğru bir el hareketi yapar): Yine oraya çıkacaksın değil mi!?.. (Sedat’ı oturtur)

Macit, tanıdıklarıyla çok kısa konuşmalar yaparak önlerden yerine doğru gelmektedir; eli boştur (fıstıklarını bitirmiş); birini arıyor gibidir: az ileride gazozcuyu görür, bir gazoz alır, ağzını başparmağıyla kapatarak birkaç kez salladığı şişeyi biraz önce konuştuğu kendisinden biraz kabaca olan erkek çocuğuna doğru tutar, parmağını aralayıp çocuğun yüzüne gazoz fışkırtır. Çocuk, bir yandan bacağını sallayarak Macit’e vurmak ister, bir yandan da bir tükürük savurur, sonra da kaçmaya başlamış olan Macit’i kovalar ama yetişemez.

ÇOCUK (geri döner, Macit’in arkasından): Ulan sıpa, ben sana gösteririm!.. (döner, yerine doğru giderken) Fırlatma... N’olacak... (söylenerek yerine doğru yürür)

Macit nefes nefese yerine yaklaşmıştır.

NAZİRE (Macit’i görür): Hah işte, geliyor... İyice şapşalladı... Seni önlerde aramış koca kafa...

Macit yerine geçerken, iki kardeş ona alayla ve gülerek bakarlar. Tam bu sırada elektrikler çok kısa aralıklarla üç kez sönüp yanar.

Sedat, elektriklerin sönüp yanmaya başamasıyla birlikte başını hemen makine dairesine çevirir: gözlerini makine dairesinin küçük pencerelerine dikmiş, aralarında oturduğu ablası Nazire ile Macit’e eliyle bir şeyler anlatmaya başlamıştır; Nazire de Macit de Sedat’ın anlattıklarına pek ilgi duymamaktadırlar, makine dairesine doğru bir an için istemeye istemeye bakıp hemen önlerine dönerler.

Elektriklerin sönüp yanmaya başamasıyla birlikte izleyicilerde de hareketlenmeler... Çocuk izleyicilerde belirli bir sevinç gösterileri...

..........

Sedat, ayağa kalkmış, heyecan içinde o küçük penceresinde Makinist’i görebilmeyi umut etmektedir; bu olmaz. Sedat artık, objektifin önündeki pencerecikten çıkıp genişleyerek gidip perdeyi kaplayacak olan ışık demetini bekliyordur... Sedat, o beklediği ışığı görür görmez perdeye döner.

Kararma.

(s ü r e c e k)

Önceki bölümler için tıklayınız: 1 2 3 4 5 6 7 8 9

© 2004 İK

© 2010 ilgilik