Bu Blogda Ara

28 Eylül 2014 Pazar

3 Numaranın 210’u Tacizi mi?

Aynen…


Evrende aklı olan varlıkların sayısı nedir? Bunlar nerelerdedir? Evcilinden türlü biçimde yararlandıklarımıza, korktuklarımıza, şu ya da bu biçimde bize zarar verenlerine ve şimdi aklıma gelmeyen daha başka hayvanlara, dahası bitkilere kadar dünyamızdaki hangi canlılarda akıl vardır ve ne kadar? Ve biz insanlar akıllı geçiniyoruz değil mi?

Peki, insan aklının almayacağı şeyleri kimler akıl eder? İşte o şeylerden üç basamaktan oluşan biri:

1. 11 Mayıs 2011 günü İstanbul’da bir sözleşme metni imzaya açıldı: Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi.¹ Ne güzel… Böyle bir şeyin ülkemizde yapılmış olmasından kim gurur duymaz… Ve bu sözleşmeye imza koyan ilk ülke olma onuru da bize ait; Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) de 2011 Kasımında Sözleşme’yi onayladı.

Kısaca İstanbul Sözleşmesi diye adlandırılan ve Avrupa Konseyi Sözleşmeler Dizisi’nde 210 numarada yer alan Sözleşme, ülkemiz açısından geçen ağustos ayı başında yürürlüğe girmiş bulunuyor.




İstanbul Sözleşmesi, Avrupa Konseyi Sözleşmeler Dizisi’nde 210 numaralı belge.

2. Adalet ve Kalkınma Partisi’nden beş grup başkanvekili, 20 Şubat 2012 günü TBMM’ye, Zorunlu eğitimin 8 yıldan 12 yıla çıkarılmasını ve eğitim sisteminin 4+4+4 biçiminde kademelendirilmesini öngören “İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” başlıklı bir kanun teklifi sundu. Teklif, türlü ortamlarda tartşmalara yol açadursun ilgili komisyondan yıldırım hızıyla geçecek, 11 Mart 2012’de de Meclis’in onayına mazhar olacaktı. Kısaca “4+4+4” diyoruz ona…

3. Bakanlar Kurulu, geçen günlerde Ortaöğretim Yönetmeliği’nin öğrencilerin kılık ve kıyafetlerine ilişkin maddesinde değişiklik yaparak 4’üncü maddedeki ‘baş açık’ tanımlamasını çıkardı, bununla ilintisi olan cümleyi kaldırdı.

Ve haddim olmayarak bu üçüncü basamakta yer alan tasarrufa ilişkin önemli bir eksikliği belirtmek isterim: Yönetmeliği ‘başı açık’lıktan kurtaran bu ‘düzen’leme okullar açılmazdan çok çok önce yapılmalıydı, diyorum. Niye? Birkaç ‘gariban’a 10-17 yaş grubu kız çocukları için başörtüsü ticaretinin kapısı açılmış olurdu da ondan. Yanlış mıyım?

*
Kadına yönelik şiddet, ister aileiçi olsun ister dışı, ille de bıçakla, satırla, sopayla, tekmeyle-tokatla, pompalı-pompasız ateşli silahlarla ya da sözle, aşağılamayla, türlü yollarla tacizle, cinsel yolla falanlarla olmaz. Ya ne yollarla da olur? Biz insanlar akıllı geçiniyor değil miydik? Düşün düşün, aklına geleni beğen…

Ve akıl vermiş olmayayım, benim aklıma, yasalarla, tüzüklerle, yönetmeliklerle, yönergelerle oynamaklar, ince ayarlı telkinlerde bulunmaklar filan gibi cinlikler geliyor da… İnsan aklının almayacağı şeyler yani; aynen…

Öte yandan da, yukarıdaki 3 numaranın, Avrupa Konseyi Sözleşmelerinden 210 numarayı fena hâlde taciz ettiği fikrindeyim. Aynen. Bakalım, bu duruma GREVIO² ne diyecek? Ama önce içerden birilerinin bir şeyler demeleri gerekir, o da başka… Yani.


İnal Karagözoğlu
26 Eylül 2014


________________

² GREVIO: Kadınlara yönelik şiddetle ve aileiçi şiddetle mücadele konusundaki sözleşmenin taraflarca uygulanmasını izleyecek olan uzmanlardan oluşan heyet (the Group of Experts on Action against Violence against Women and Domestic Violence).



Anahtar sözcükler: 4+4+4, akıl, akıllı, Avrupa Konseyi, baş açık, ‘düzen’, GREVIO, kadın, kız çocukları, sözleşme, şiddet, taciz, yönetmelik

Not: İlgilik Com'dan (www.ilgilik.com) alınan bu yazı, ilk kez, belirtilen alanda 26 Eyl. 2014 günü 15:41'de yayımlanmştır.

31 Ağustos 2014 Pazar

Gına Geldi!

‘Seçilmiş’ Sözüne Sığdırılmak İstendiyse de…


Artık gına geldi, vallahi.. kelimenin tam anlamıyla gına geldi.

10 Ağustos günü bir seçim yaptık, üç Cumhurbaşkanı adayından birisi seçildi. Bunu nereden biliyoruz?

- Aynı gün yapılan bir ‘balkon konuşması’ndan biliyoruz, bu bir;

- İkincisi, e, millet de ne kör ne sağır ne de aptal birader, televizyonlarda saniye saniye izledi sandık sonuçlarını; bu da iki;

- Devletin, Hükümet’in denetim ve güdümünde olan TRT, sandıkların açılmasının ardından aynı günün gecesi Yüksek Seçim Kurulu (YSK) adına Kurul Başkanı Sadi Güven’in ağzından yapılan açıklamaya dayanan canlı ve görüntülü haberinde ne dedi?

Özetle şunları: “Geçici ilk sonuçlara göre geçerli oyların salt çoğunluğunu Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın aldığı anlaşılmıştır. YSK geçici resmi sonuçları yarın açıklayacaktır. YSK 2. tur için oy pusulası bastırılmamasına ve yurt dışında seçim hazırlığı yapılmamasına karar vermiştir. ”¹

Bu haber TRT’den canlı ve görüntülü olarak saat kaçta verildi? 23:00 sularında… Oldu üç.

- Bunlardan sonrası: YSK resmi sonuçları duyurdu; bunu Cumhurbaşkanlığı’na, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanlığına bildirdi ve bu sonucun Resmi Gazete’de yayımlanması için de ilgili yere gerekli yazıyı gönderdi.

- TBMM Başkanlığı, konuya ilişkin işemlerin yerine getirilmesi için milletvekillerine 22 Ağustos 2014 tarihinde şu olağanüstü toplantı çağrısını yaptı: 

“Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığından Bildirilmiştir

Türkiye Büyük Millet Meclisini; Türkiye Cumhuriyeti’nin 12’nci Cumhurbaşkanı adına düzenlenen tutanağın verilmesi ve Cumhurbaşkanının andiçme töreni için Anayasa’nın 93’üncü ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü’nün 7’nci maddeleri gereğince 28 Ağustos 2014 Perşembe günü saat 14.00’te olağanüstü toplantıya çağırıyorum.

Sayın milletvekillerinin belirtilen gün ve saatte Genel Kurul toplantısına katılmalarını rica ederim.

Cemil Çiçek
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı”

Her şey tamam, daha ne olsun?

Yani?

Yanisi, Anayasamızın 101’inci maddesinin² son fıkrası yeni Cumhurbaşkanınca bir süre bal gibi ihlal edilmiştir.  

Hangi aralıkta ve ne yolla?

Bana sorulacak olursa, 10 Ağustos günü yaptığı balkon konuşmasında kendisinin Cumhurbaşkanı seçilmiş olduğunu beyan ettiği³ an ile Meclis’te ant içmesi arasında ‘Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı’ ve ‘Başbakan’ sıfatlarını ayrı ayrı ya da birlikte kullanarak yapmış olduğu her türlü iş ve işlemler yoluyla… Evet, bütün bunlar, ‘seçilmiş Cumhurbaşkanı’ sözüne sığdırılmak istendiyse de Anayasamızın 101’inci maddesinin² son fıkrası yeni Cumhurbaşkanınca bir süre bal gibi ihlal edilmiştir.

Ama bir de su görüş var: bir Cumhurbaşkanlığı seçiminde Cumhurbaşkanlığına seçilen kişinin, o seçimin sonucu Resmi Gazete’de ilan edilmezden ya da Cumhurbaşkanı olarak Anayasada belirtilmiş olan yemini etmezden önce ‘bir parti mensubu’ ve mesela ‘Başbakan’ sıfatlarını ayrı ayrı ya da birlikte kullanarak yapmış olduğu iş ve işlemler yasaya uygundur.

*
Dedim ya, artık gına geldi, vallahi. Artık göreve de başlamış olan yeni Cumhurbaşkanı için, yok şu noktadan itibaren Cumhurbaşkanı sayılırdı yok sayılmazdı tartışmaları kahvehane muhabbetlerini de geride bıraktı. Kelimenin tam anlamıyla gına geldi bu konudan. Bu sabah, pazar pazar yine bir TV’de karşıma çıkınca bu yazıyı yazmak şart oldu.

Yetti gari…

 
İnal Karagözoğlu
31 Ağustos 2014



______________________

² MADDE 101- (Değişik: 21/10/2007-5678/4 md.)

Cumhurbaşkanı, kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim yapmış Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliğine sahip Türk vatandaşları arasından, halk tarafından seçilir.

Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.

Cumhurbaşkanlığına Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri içinden veya Meclis dışından aday gösterilebilmesi yirmi milletvekilinin yazılı teklifi ile mümkündür. Ayrıca, en son yapılan milletvekili genel seçimlerinde geçerli oylar toplamı birlikte hesaplandığında yüzde onu geçen siyasî partiler ortak aday gösterebilir.

Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer.


³ “Şahsımı Türkiye Cumhuriyeti’nin 12’nci cumhurbaşkanı olarak tayin eden aziz milletime buradan şükranlarımı sunuyorum. Sandık başına giden her bir kardeşime teşekkür ediyorum. bize oy versin ya da vermesin oyunu kullanan bu tarihi günde tarihin yapılmasına ve yazılmasına katkıda bulunan her bir vatandaşıma teşekkür ediyorum.” ( http://www.sabah.com.tr )

29 Ağustos 2014 Cuma

Büyük Zafer’in Yıldönümünü Hak Etmek -2014

Ve ‘Destan’ı Yazmaya Devam!...


Geçen yıl tam da bugünlerde, benim İlgilik’te* Nâzım’dan şu dizeleri koymuştum bir yazımın başına:

“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
          Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
                                      bu memleket bizim.”

Bunlar, büyük ustanın “26 Ağustos Gecesinde Saatlar İki Otuzdan Beş Otuza Kadar ve İzmir Rıhtımından Akdeniz’e Bakan Nefer” başlıklı görkemli şiirinden… Kuvayımilliye Destanı, Sekizinci Bap’taki  Kurtuluş’un destanından.

‘Destan’ı Yazmaya Devam!... – Büyük Zafer’in Yıldönümünü Hak Etmek başlıklı yazımın ilk bölümü şuydu:

“Zihnimde önce bir izlenim biçimindeydi; önyargılardan olabildiğince uzak dursam da bir önyargıdan mı kaynaklanıyordu bu? Neden olmasındı? Bu duruma yol açan pek çok şeye tanık olmamış mıydım? Sonra sonra kanıya, sonunda da yargıya dönüştü zihnimdeki o izlenim: evet, birilerinin Cumhuriyet’le alıp veremedikleri vardı. Ama nedendi bu hâl?

Niyesini artık anlamış olduğum bu hâlin toplumun neredeyse hemen her alanına yansıyan karanlığı günden güne ağırlaşmakta.

Bir bayram arifesindeyiz ve o karanlıktan bayramlarımızın payına düşenler geçiyor zihnimden bir bir…”

“30 Ağustos Zafer Bayramı benim bayramım” diyebilmenin zorlaştığı günlerdeyiz; benim duygum böyle…

Neden?

Açıp okudum geçen yılki o yazımı ve bir yılda daha neler neler görüp yaşadıklarımı düşündüm. Evet, evet, bin kere evet, birilerinin Cumhuriyet’le alıp veremedikleri var.


______________________
* http://www.ilgilik.com/2013/08/28/destani-yazmaya-devam.html/   

20 Ekim 2012 Cumartesi

Dilin Kemiği –Bileşik Sözcükler

“Hoşça Kal”, “Sağ Ol” Ayrı; “Altyapı”, “Hiçbir” Bitişik…


Emre Yazman


Başbakanlığa bağlı bir dil kurumu, başbakanın oluru dışında bir iş yapabilir mi? Elbette yapamaz. Peki, o başbakan gitti, yerine yenisi geldi; yeni başbakan da eski başbakandan çok farklı düşünüyor, ne olacak?

Bu yazıda Türkçenin en sorunlu, en çok hata yapılan alanlarından birini, bileşik sözcükler konusunu ele alacağım. Bileşik sözcükler niçin Türkçenin en sorunlu alanlarından biri? Düşünüyorum da, bundaki en büyük payın Mustafa Kemal Atatürk’ün vasiyetinin hiçe sayılarak, 1983’te Türk Dil Kurumu’nun (TDK) bağımsız bir dernek statüsünden çıkarılıp Başbakanlığa bağlı bir devlet dairesi statüsüne büründürülmesinin geldiği sonucuna varıyorum.

Atatürk acaba, çalışmaları için gelirinden pay ayırdığı Türk Dil ve Türk Tarih kurumlarını niçin bağımsız dernekler olarak kurdurmuştu? Bilmez miydi onları hükümetlere bağlı yapmayı. Belli ki bunun sakıncasının bilincindeydi. O nedenle de bu iki derneğin bağımsız olmasını istemişti.

Başbakanlığa bağlı bir dil kurumu, başbakanın oluru dışında bir iş yapabilir mi? Elbette yapamaz. Peki, o başbakan gitti, yerine yenisi geldi; yeni başbakan da eski başbakandan çok farklı düşünüyor, ne olacak? Olacağı şu: Kurumun uygulamaları ve çalışmaları esen rüzgâra göre değişiklik gösterecek, Kurum tutarlı olamayacak, kafalar karışacak, dil de arapsaçına dönecek.

Farkındasınız değil mi, Türkçenin içinde bulunduğu duruma ne denli uygun sözler…

12 Eylül’ün generalleri Atatürk’ün Türk Dil Kurumu’nu Kenan Evren’in Türk Dil Kurumu’na dönüştürünce ilk el atılan konulardan biri bu bileşik sözcükler oldu. Salt eski TDK’ye karşı çıkmış olmak için, yıllarca yerleşmiş, alışılmış, bellenmiş bileşik sözcükler ayrıldı. Bu arada “ilkokul” da bundan nasibini aldı ve “ilk okul”a dönüştürüldü. “İlkokul”un ayrı yazılmasıyla ortaya çıkabilecek sakıncayı bir örnek üzerinde görelim. Diyelim ki yerini bilmediğiniz bir ilkokula gideceksiniz. Birine sordunuz nasıl gidilir diye. O da sizi yazılı olarak yanıtladı:

“Senin aradığın, anacaddeden sokağa girince sağdaki ilk okuldur” dedi.

Oysa sokağa girince sağdaki ilk okul bir ortaokul olabilir pekala. Sizin aradığınız ilkokul ondan sonra bir yerlerdedir. Sonuç: Size okulun yeri yanlış tarif edilmiştir. Oysa dil, anlaşmamak için değil, anlaşmak içindir. Okulun yeri size şöyle tarif edilmiş olsaydı hiçbir sorun çıkmayacaktı:

“Senin aradığın, anacaddeden sokağa girince sağdaki ilkokuldur.”

Evren’in TDK’si “ilkokul” ile “ilk okul”un karışabileceğini düşünememişti.

Devlet dairesine dönüşünce TDK’ye egemen olan anlayışa iyi bir örnek olduğu için şu anekdotu da anlatmadan geçemeyeceğim.

TDK bir hizmet başlatır. İsteyenlerin adreslerine internetten her gün yabancı bir sözcük için önerilen Türkçe karşılık gönderilir. Yıl 2005’tir ve Yayın Danışmanımız İnal Karagözoğlu’nun gelen kutusuna TDK’den yollanan ileti düşer. O günkü e-postadan “libero” karşılığı için önerilen “son adam” çıkmıştır. İnal Bey, bu önerinin yazımına itirazını şu tümcelerle yapar:

“Sayın İlgililer,

Libero karşılığı olarak önerilen sözcüğün (ikili sözcük kümesinin), yapı bakımından bileşik sözcük olmasının daha uygun olacağı kanısındayım. Böylece, bir kişinin ‘adamların sonuncusu’ olduğunu belirten son adam sıfat tamlaması ile ‘savunmanın gerisinde bulunan serbest savunma oyuncusu’ anlamındaki sonadam bileşik isminin, yapısal ve biçimsel açıdan da biri sözcük kümesi, öbürü de bir sözcük olarak iki ayrı şey olduğu görülür.

Önerimin dikkate alınacağını, en azından yanıtlanacağımı ummaktayım.”

TDK Başkanı Şükrü Halûk Akalın’ın imzasıyla gelen yanıt şöyledir:

“Sayın İnal Karagözoğlu,

Yabancı kelimelerin Türkçeleştirilmesi çalışmalarında kavramları karşılamak üzere kelime birleştirme yolundan da sıklıkla yararlanılmaktadır. Bu yolla oluşturulan sözlere ise bileşik kelime değil birleşik kelime denilmektedir. Birleşik kelimeler, bazı gelenekselleşmiş durumların dışında, belli kurallar dâhilinde ayrı veya bitişik yazılmaktadır. Kurumumuz tarafından libero için önerilen son adam karşılığı da birleşiği oluşturan sözlerden herhangi biri kaynana, pazartesi, danaburnu örneklerinde olduğu gibi ses veya anlam kaybına uğramadığı için bu kurallar çerçevesinde ayrı yazılmaktadır. Dilimizdeki birçok söz, bir bilim, sanat, meslek dalı veya bir konu ile ilgili özel ve belirli bir kavramı karşılamak üzere aynı zamanda terim olarak da kullanılabilmektedir. Son adam sözünün terim veya sıfat tamlaması olarak kullanılışının ayrımı da bu tür sözlerde olduğu gibi kullanım yeriyle ilgili olacaktır.”

İnal Bey gelen yanıtı yorumlarken şöyle demişti: “Bu ‘bileşik mi birleşik mi’ konusu netameli bir konudur (!); durup dururken azar işitmek bile işten değildir.”

Bu yazışmayı izleyen yıllarda TDK’nin o zamanki başkanı Şükrü Halûk Akalın ile dilci Emin Özdemir televizyondaki bir tartışma izlencesinde bir araya gelmişlerdi. Emin Özdemir’in şu sözlerini unutmam olanaksız: “Sayın Akalın, ‘birleşik’ müttehit, ‘bileşik’ ise mürekkep anlamına gelir.”

Eğer daha önce farkına varmadıysa, Akalın hatasını o gün anlamış olmalıydı. Özdemir’i dinledi ve hiçbir şey söyle(ye)medi. Sükût ikrardan gelirdi.

Asıl konumuza dönersek… Kenan Evren’in TDK’si kafaları epey bulandırdıktan sonra yanlıştan döndü. Yani “ilk okul” bir süre sonra aslına rücu ederek “ilkokul”a dönüştü. Ancak hatalar öylesine çoktu ki, döne döne bitirilemedi. TDK’nin Türkçe Sözlük’ü hâlâ tutarsızlıklarla dolu. Sözgelimi karasinek, sivrisinek bileşik sözcük kabul edilirken, atsineği, köpekbalığı, devekuşu, eşekarısı, balarısı ayrı yazılmakta. Gelin de şimdi TDK’nin yazım kılavuzuna güvenin. Ben asla güvenmediğim için, Atatürk’ün TDK’sinin devamı niteliğinde olan Dil Derneği’nin Yazım Kılavuzu’nu esas alıyorum.

Yazıyı, bitişik yazılması gerekirken yaygın olarak ayrı yazılan, ayrı yazılması gerekirken de yaygın olarak bitişik yazılan sözcüklere örnekler vererek bitiriyorum.

Ayrı yazılması gerekenler: ev sahibi, fark etmek, göz önüne almak, hafta sonu, hak etmek, her bir, her gün, hoş bulduk, hoş geldin, hoşça kal, sağ ol, sevk etmek, terk etmek, yanı sıra, yıl başı (ocak ayının başları), yıl sonu.

Bitişik yazılması gerekenler: açıkoturum, açıköğretim, alışveriş, altüst, altyapı, antepfıstığı, bilgiişlem, birçok, birtakım, genelkurmay, gözaltı, herhangi, hiçbir, hindistancevizi, ilkyardım, işbirliği, malvarlığı, Ortadoğu, öngörmek, sosyoekonomik, uluslararası, veritabanı, yılbaşı (ocak ayının ilk günü), yüksekokul.

Son olarak bugün / bu gün ayrımı…

Bugün: içinde bulunulan gün. Örnek: Bugün günlerden pazar.

Bu gün: belirli bir gün. Örnek: 19 Mayıs çok özel bir gündür. Bu gün Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı sayılır.


© 2012 EY.ilgilik

14 Şubat 2012 Salı

‘Cumhurbaşkanına Sorun’un Ardından

Niyetim Bir Karşı Duruş Hareketi Örgütlemek



Biliniyordur, Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, bu yılın başında herkesin istediği soruyu kendisine sorabileceği bir etkinlik başlattı: ‘Cumhurbaşkanına Sorun’. Böyle bir şey ülkemizde ilk kez oluyordu. Verilen bir haftalık sürede 14 bin kadar soru ulaştı Köşk’e ve bunlardan 220’si ‘beğendim-beğenmedim’ yöntemiyle halkın oyuna açıldı. 20 Ocak’a kadar süren oylamaya gelen iki milyon dolayındaki oyla en beğenilen sorular belirlendi. Bunlardan ilk onun sahipleri, 28 Ocak günü Köşk’te Sayın Cumhurbaşkanımız’ın konuğu oldular, sorularını kendilerine sözlü olarak iletip yanıtlarını aldılar.


‘Cumhurbaşkanına Sorun’da beğenilen soruların ilk onuna girenler Cumhurbaşkanı Gül’ün konuğu oldular.



İlk ondaki sorulardan biri şuydu: “Televizyonda yayınlanan programlar (özellikle gündüz kuşağı ve diziler) hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce de daha kaliteli programlar için RTÜK’ün daha etkin çalışması gerekmiyor mu?”

Sorunun sahibi, üniversite öğrencisi bir hanım kızımızdı.


Böyle dört dörtlük bir sorunun bir genç hanımdan gelmiş olması bizim evde sert ve soğuk bir rüzgâr esmesine neden oldu. Şöyle anlatayım: Bu etkinliğin haberi veriliyordu televizyonda; eşim, televizyon yayınlarından yakınıldığını duyar duymaz alıp alıp vermeye başladı. Neymiş? Bakıp da ders almalıymışım: bir genç kız bile bu konuda fikir sahibiymiş, hem de bunu devletin en üst makamına çekinmeden soruyormuş, ben ise, yazılar yazıyorum, diye dolaşıp duruyormuşum ortalıklarda... Kaç kere söylemişmiş şu işi de bir yazsana, diye...


Ben susuyorum.


Eşimin hırsı dinince, hanım kızın sorusunun başka bir konuda olduğunu anlatmaya çalıştım sakin sakin: “Senin televizyonlarla asıl derdin benim bildiğim iki şey” dedim, “konuşmalı bir izlencede, bir dizide, bir belgeselde falan ya da gezip tozma şeyinde, fondaki müzik ile konuşmaların birbirleriyle savaşmasından yakınmıyor musun? Bu bir; ikincisi de, bir şeyi belirli bir seste izlerken izlerken reklama ya da tanıtıma geçişte bu şiddetin neredeyse ikiye, üçe katlanmasından, bizi yerimizde zıplatmasından... Hele de biraz mayışmışsan ya da uyukluyorsan...” Bu son durum dizi özetlerinde haddini aşıyor ve ben de yakınıyorum bu işten.



Eşimin ‘şu iş’ dediği işte bunlardı. “Tamam mı?” dedim. Baktım, ses etmiyor, devam ettim: önce hanım kızın sorusu ile Sayın Cumhurbaşkanı Gül’ün buna verdiği yanıtı özetledim o hengâmede aklımda kalan kadaryla. Eşim, haberde aktarılan o yanıtı dinlememişti çünkü...



Sayın Cumhurbaşkanımız’ın küçük hanımın sorusuna yanıtı şöyleydi: “Gündüz programlarını seyretmediğimi sizler de tahmin edersiniz. Bu yönde çok duyum alıyorum, şikâyetler var; kalitenin, seviyenin düştüğü yönünde. RTÜK bunları inceliyordur ve eminim ki çalışmaları vardır. Buralarda da yasakçı zihniyetle yaklaşırsak sonuç alamayız, ama özendirici bir şekilde herkesin kendi içinde otokritik yapması, toplantılar yaparak, ortak şikâyetlere önem vermesi sağlanırsa mesafe alınabileceğini düşünüyorum.”

Bunları dinledikten sonra, “Peki” dedi, eşim, “sen hâlâ öööyle oturacak mısın?” Aklı hâlâ benden beklediğini yerine getirmemiş olmamdaydı.

Hayır, oturmayacaktım. Bu vartayı atlattığıma şükredip durumu masaya yatırdım. İşe şuradan başladım: Bu hanım kızımızın sorusu neydi? “Televizyonda yayınlanan programlar (özellikle gündüz kuşağı ve diziler) hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce de daha kaliteli programlar için RTÜK’ün daha etkin çalışması gerekmiyor mu”, değil mi? Peki, kızımız niye “özellikle gündüz kuşağı ve diziler” diye bir parantez açmış olabilirdi ve “daha kaliteli programlar için RTÜK’ün daha etkin çalışması gerekmiyor mu” diye sormasının amacı neydi? Pek belli, sorucu hanım kızımız, gündüz kuşakları ile dizilerden yakınıyor; çünkü, gündüzleri çoluk çocuk da görebiliyor ‘ahlakdışı’ şeyleri ve bu ‘kalitesiz’ programlar yerine ‘kaliteli’ programlar konması için Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’ndan medet umuyor ve bu düşünce ve görüşünü de Sayın Cumhurbaşkanımız’a onaylatmak istiyor.

Bu üstü kapalı niyet karşısında verilen yanıt ise olabildiğince ilginçti:


-Gündüz programlarını seyretmediği için bu konuda söyleyebileceği bir şey yoktu;
-Ama, hanım kızımızın dediği gibi, kalitenin, seviyenin düştüğü yönünde duyumlar, şikâyetler alıyordu;

-RTÜK’ün bunları incelediğinden ve gerekli çalışmaları yaptığından emindi;

-Ancak, bu konuya da yasakçı zihniyetle yaklaşılırsa sonuç alınamazdı;

-Televizyonlar bu konuda kendi içlerinde özeleştri yaparlarsa, bu yönde özendirici olurlarsa ve ortak toplantılar düzenlerlerse iyi sonuçlar alınabilirdi.
 Ben, Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Buralarda da yasakçı zihniyetle yaklaşırsak” diye başlayan sözlerindeki ‘de’ bağlacından ne kadar tedirgin oduysam, ‘yasakçı zihniyetle sonuç alınamayacağı’ yönündeki yargısından o kadar mutlu oldum. Ve ‘otosansür’ değil de ‘otokritik’ demesinden de... Kendi kendini kısıtlama işinin basın yayın dünyamızda almış başını gitmekte oluşuna inat...

Her neyse... İşte açıklıyorum: niyetim, televizyonların bize eşimin yakınmalarındaki türden ettiklerine sessiz kalmamak, sivil bir karşı duruş hareketi örgütlemek.


Ama nasıl?

İşte şimdi arpacı kumrusu gibi düşünmem bundandır.



İnal Karagözoğlu
Yarımca, 11 Şubat 2012



_____________________

(Görsel, Medya Zaman Com Tr kaynağından.)


© 2012 İK

Kaynak: http://www.ilgil.net/

12 Mart 2010 Cuma

İstiklal Marşımız’a Dair

Bir Yıldönümünde Öylesine Düşünceler


Turkcell Süper Ligi’nin 24’üncü haftasından akılda kalacak şeylerin başında, bana göre, İstiklal Marşımız’ın ıslıklanması da gelecek olmalı. Bu durum ilk değil. İstiklal Marşımız’a pek çok kere saygısızlık yapıldı bu ülkede. Türlü fırsatlarla, türlü biçimlerde…

İstiklal Marşımız, Anayasamız’da 3’üncü maddede yer alıyor:

«III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti

MADDE 3. – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.

Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.

Başkenti Ankara’dır.»

Bu madde, Anayasamız’ın değiştirilemeyecek hükümlerinden:

«IV. Değiştirilemeyecek hükümler

MADDE 4. – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.»

Bu durumda, kestirmeden bir yargıyla, “İstiklal Marşımız’ın ıslıklanması sürüp gidecek” denebilir… Öyle mi?

*
İstiklal Marşı’nı neden ıslıklıyorlar?

Bu soruya yanıt vermenin yolu, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg’in geçen yıl Ekim ayında açıklanan ülkemizdeki azınlıklarla ilgili raporuna bakmaktan geçiyor. Komiser Hammarberg’in bizim öğrenci andındaki “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözüne takmış olduğunu görmek, bu soruyu yanıtlamayı kolaylaştırıyor. Çünkü Bay Hammarberg, bu sözle etnik ayrımcılık yapıldığı kanısında… Ve, “Azınlık tanımının Avrupa’daki tanımına uyarlanması, ancak Anayasa değişikliği ile mümkün. Bu değişiklik mutlaka yapılmalı” diyor. Adamın raporunun özü bu.

Benim bildiğim ise şu: ’24 Anayası’nın 88’inci maddesinin birinci fıkrası, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle ‘Türk’ ıtlak olunur.” diyordu (‘ıtlak olunmak’, sözün gelişinden de anlaşılıyor, ‘adı verilmek’ demek). Bu anlatımın bugünkü anayasamızdaki karşılığı, ‘Türk vatandaşlığı’nı tanımlayan 66’ncı maddenin ilk fıkrası. Tek tümcelik fıkra şu: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”

Bu iki anlatım beni, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye Halkına Türk milleti denir” sözüne götürüyor.
Gördüğüm kadarıyla, İsveçli diplomat Hammarberg İstiklal Marşımız’daki ‘ırk’ sözcüğünü görmemiş ya da ona bunu gösteren olmamış. Ya görseydi?!... Bu “Ya görseydi” sözüne soru imi ile ünlemi laf olsun diye koydum; ‘Hammarberg’lerden korktuğumdan değil… Yapacaklarını yapmaktalar, daha n’etsinler ki…

Ama ben, evvel ahir, bu ‘ırk’ sözünün İstiklal Marşımız’da yer almış olmasını yadırgamışımdır. Niye? İstiklal Marşı’nın sözlerini yazan Mehmet Akif’in özelliğini bildiğimi sandığım için… Akif, yurtseverliğiyle, ülke sorunlarına olan yakın ilgisiyle, köksüzlüğe karşı oluşuyla tanınan ve işlediği konulara dinsel açıdan bakışı ağır basan bir edebiyatçı, çok özel bir şair değil mi? Peki, hiçbir yapıtında ırkçılıktan eser olmayan Akif İstiklal Marşı’nın iki dizesinde neden ‘ırk’ sözcüğünü kullanmış olabilir? Bana göre, vezin tutturmak için: “Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?” ve “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal;”…

Şimdi düşünüyorum:

- Biz, devlet olarak, millet olarak ırkçılığa karşı mıyız? Evet. Ama bu büyük toplumun içinde kimileri de ırkçı olabilir mi? Olabilir. “İstisnalar kaideyi bozmaz” demez miyiz? Bir kişi, hukuka aykırı işler yapmadıkça istediği düşünceyi taşıyamaz mı?

- Ben şahsen, aile geçmişimde hangi kökenden analar babalar, dedeler nineler var, bilmiyorum. Merak da etmiyorum. Ayrıca, yedi göbek geçmişini belgelere dayalı olarak bilen varsa beri gelsin…

- Türk Milleti’nin ırksal bir listelemesini yapmak olanaksız. Bu yargıya varmak için Osmanlı padişahlarının kaydı kuydu bilinen soylarına bakmak bile yeterli.

- Bu milletin geçmişinde arı ırk üretme gibi bir derdi olmuş mu? Hayır.





















İnsan Harası.
Fransız yazar Louis-Charles Royer bu romanını,
Naziler’in arı ırktan insan elde etmek için
uyguladığı söylenen yöntem üzerine kurmuş.



Ve yeri gelmişken söyleyeyim, “falanca filanca kardeşlerimiz” sözleri, herkes birbirine karışmış olduğundan temelsiz; dolayısıyla yanlış. Üstelik, birilerini ‘ötekileştirme’ kokuyor.

*
Şimdi de İstiklal Marşımız’ın kabulüne bakmak istiyorum: İstiklal Marşımız Meclis kararıyla* kabul edildi. İlk millet meclisimiz olan Büyük Millet Meclisi’nce 12 Mart 1337’de… Miladi 1921’de. BMM’de ilk okunuşu da 1 Mart 1921’de olmuş.

Öyleyse, Meclis, TBMM yeni bir karar alır, İstiklal Marşı’ndaki ‘ırk’ sözcüğünü ‘halk’ olarak değiştirir, olur biter. Vezne de halel gelmez.

Kuşkusuz, bu ‘yenilenen’ ‘İstiklal Marşı’na da karşı olanlar olacaktır. ‘Hammarberg’lerin maşalığını sindirebilir misin sindiremez misin, … Bütün mesele bu.

*
Bugün, İstiklal Marşımız’ın milletçe kabulünün yıldönümü. Kutlu olsun!


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 12 Mart 2010

_____________________
*
tr.wikipedia.org (bkz. Kaynakça)

© 2010 İK


(www.ilgilik.net kaynağından)

4 Mart 2010 Perşembe

Şimdi Bilgileri Tazeleme Zamanı

Halkoylaması Nedir, Ne Değildir?*


18 Ocak’taki yazımda, “Bir sonraki yazımda, ‘Halkoylaması nedir ne değildir’ demeye çalışacağım” demiştim. Epey gecikmiş olarak o sözümü yerine getirmeye çalışacağım. Bu gecikme, biraz da koşulların tahminimden geç oluşmuş olmasından kaynaklanıyor…

Sözlükler, ‘halkoylaması’ için benzer sözcüklerle aynı tanımlamayı yapıyor. Bunlardan anlaşılan şu: ortada siyasal ya da toplumsal bir sorun olacak, halkın bu konudaki olumlu ya da olumsuz görüşünü belirlemek için ‘evet’ ya da ‘hayır’ diye iki seçenekli genel bir oylama yapılacak…

“Evet mi hayır mı?” Bana bu sorunun bir tek şey için sorulmasını isterim.


‘Halkoylaması’ sözünün Frenkçesi ‘referandum’. Aslı Latince bir sözcük… Fransızlar ‘référendum’, İngilizler ‘referendum’ biçiminde yazıyor; biz Fransızlar gibi sesletiyoruz.

İki şey daha eklemem gerekiyor:

Birincisi, bu sözcük, Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğünde ‘halk oylaması’ diye ayrı ayrı yazılan iki sözcükten oluşan ‘birleşik sözcük’ olarak verilmiş; bir anlamının da ‘plebisit’ olduğunu söylüyor bu sözlük. İkincisi de, -konunun dışında olmasına karşın söylemeden edemeyeceğim- Türk Dil Kurumu, ‘bileşik sözcük’ tanımlamasını yanlış bulduğundan olacak, bu dilbilgisi terimine ‘birleşik sözcük’ diyor. Ben, ‘bileşik sözcük’ demeyi doğru bulanlardanım.

Her neyse, asıl konuya döneyim:

Halkoylaması uygulaması hukuk sistemimize 1961 Anayasası’yla girmiş ve ilk kez de bu anayasa dolayısıyla yapılmış. Ülkemizde bugüne kadar beş kez halkoylamasına gidilmiş; ikincisi, 1982 Anayasası’nın kabul edilip edilmemesi; üçüncüsü, kimi siyasetçilere ’82 Anayasası’yla konan siyasal yasakların kalkıp kalkmaması; dördüncüsü, yerel seçimlerin bir yıl öne alınması yönünde Anayasa’da değişiklik yapılıp yapılmaması; beşincisi de, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilip seçilmemesi ile yine Anayasa’nın bazı maddelerinde değişiklik yapılıp yapılmaması konularında olmuş. Bunlardan yalnızca dördüncüsünde ‘hayır’ oyları kazanmış.

Şimdi de plebisite bakmak istiyorum.

Latincede ‘halk’ anlamına gelen ‘plebs’ ile ‘karar/kararname’ demek olan ‘scitum’ sözcüklerinin bileşmesiyle ortaya çıkan bir sözcük plebisit. ‘Plebiscitum’… Bu sözcük, son yüz yıllık tarihte ve günümüzde, özellikle siyasi konularda halkoyuna başvurmayı anlatıyor. Örneğin, I. Dünya Savaşı’yla ortaya çıkan yeni paylaşımda bazı ülkeler ile bazı bölgelerin hangi devlete bağlanacağı bu yolla saptanmıştı. Hatay Cumhuriyeti de bu yolla kurulmuş… Bu arada, Hindistan ile Pakistan arasındaki Keşmir anlaşmazlığının da plebisitle çözüme kavuşturulmak istendiğini hatırlamak gerekiyor. Bu örneklere bakınca, plebisitlerin, bir tür ‘kader belirlemesi’ anlamına gelen halkoylamaları olduğu söylenebilir. Bir de şu var: hukukçular, hükümetlerin bazen demokratik yöntemle yapılan halkoylaması yerine plebisiti yeğleyerek siyasal partileri devreden çıkarıp doğrudan halka başvurma yoluna gittiklerine dikkati çekiyorlar.

Halkoylaması konusuna yeniden döneyim: ben kendi adıma, bir halkoylamasında bir tek şeye ‘evet’ ya da ‘hayır’ dememin istenmesini isterim. Birden çok şey arasında kimine ‘evet’, kimine de ‘hayır’ diyeceğim şeyler olmasından doğal ne olabilir? (bkz. 5’inci halkoylamamız.)


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 3 Mart 2010

© 2010 İK

__________________
* http://www.ilgilik.net/ kaynağından alındı.