Bu Blogda Ara

12 Mart 2010 Cuma

İstiklal Marşımız’a Dair

Bir Yıldönümünde Öylesine Düşünceler


Turkcell Süper Ligi’nin 24’üncü haftasından akılda kalacak şeylerin başında, bana göre, İstiklal Marşımız’ın ıslıklanması da gelecek olmalı. Bu durum ilk değil. İstiklal Marşımız’a pek çok kere saygısızlık yapıldı bu ülkede. Türlü fırsatlarla, türlü biçimlerde…

İstiklal Marşımız, Anayasamız’da 3’üncü maddede yer alıyor:

«III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti

MADDE 3. – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.

Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.

Başkenti Ankara’dır.»

Bu madde, Anayasamız’ın değiştirilemeyecek hükümlerinden:

«IV. Değiştirilemeyecek hükümler

MADDE 4. – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.»

Bu durumda, kestirmeden bir yargıyla, “İstiklal Marşımız’ın ıslıklanması sürüp gidecek” denebilir… Öyle mi?

*
İstiklal Marşı’nı neden ıslıklıyorlar?

Bu soruya yanıt vermenin yolu, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg’in geçen yıl Ekim ayında açıklanan ülkemizdeki azınlıklarla ilgili raporuna bakmaktan geçiyor. Komiser Hammarberg’in bizim öğrenci andındaki “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözüne takmış olduğunu görmek, bu soruyu yanıtlamayı kolaylaştırıyor. Çünkü Bay Hammarberg, bu sözle etnik ayrımcılık yapıldığı kanısında… Ve, “Azınlık tanımının Avrupa’daki tanımına uyarlanması, ancak Anayasa değişikliği ile mümkün. Bu değişiklik mutlaka yapılmalı” diyor. Adamın raporunun özü bu.

Benim bildiğim ise şu: ’24 Anayası’nın 88’inci maddesinin birinci fıkrası, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle ‘Türk’ ıtlak olunur.” diyordu (‘ıtlak olunmak’, sözün gelişinden de anlaşılıyor, ‘adı verilmek’ demek). Bu anlatımın bugünkü anayasamızdaki karşılığı, ‘Türk vatandaşlığı’nı tanımlayan 66’ncı maddenin ilk fıkrası. Tek tümcelik fıkra şu: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”

Bu iki anlatım beni, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye Halkına Türk milleti denir” sözüne götürüyor.
Gördüğüm kadarıyla, İsveçli diplomat Hammarberg İstiklal Marşımız’daki ‘ırk’ sözcüğünü görmemiş ya da ona bunu gösteren olmamış. Ya görseydi?!... Bu “Ya görseydi” sözüne soru imi ile ünlemi laf olsun diye koydum; ‘Hammarberg’lerden korktuğumdan değil… Yapacaklarını yapmaktalar, daha n’etsinler ki…

Ama ben, evvel ahir, bu ‘ırk’ sözünün İstiklal Marşımız’da yer almış olmasını yadırgamışımdır. Niye? İstiklal Marşı’nın sözlerini yazan Mehmet Akif’in özelliğini bildiğimi sandığım için… Akif, yurtseverliğiyle, ülke sorunlarına olan yakın ilgisiyle, köksüzlüğe karşı oluşuyla tanınan ve işlediği konulara dinsel açıdan bakışı ağır basan bir edebiyatçı, çok özel bir şair değil mi? Peki, hiçbir yapıtında ırkçılıktan eser olmayan Akif İstiklal Marşı’nın iki dizesinde neden ‘ırk’ sözcüğünü kullanmış olabilir? Bana göre, vezin tutturmak için: “Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?” ve “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal;”…

Şimdi düşünüyorum:

- Biz, devlet olarak, millet olarak ırkçılığa karşı mıyız? Evet. Ama bu büyük toplumun içinde kimileri de ırkçı olabilir mi? Olabilir. “İstisnalar kaideyi bozmaz” demez miyiz? Bir kişi, hukuka aykırı işler yapmadıkça istediği düşünceyi taşıyamaz mı?

- Ben şahsen, aile geçmişimde hangi kökenden analar babalar, dedeler nineler var, bilmiyorum. Merak da etmiyorum. Ayrıca, yedi göbek geçmişini belgelere dayalı olarak bilen varsa beri gelsin…

- Türk Milleti’nin ırksal bir listelemesini yapmak olanaksız. Bu yargıya varmak için Osmanlı padişahlarının kaydı kuydu bilinen soylarına bakmak bile yeterli.

- Bu milletin geçmişinde arı ırk üretme gibi bir derdi olmuş mu? Hayır.





















İnsan Harası.
Fransız yazar Louis-Charles Royer bu romanını,
Naziler’in arı ırktan insan elde etmek için
uyguladığı söylenen yöntem üzerine kurmuş.



Ve yeri gelmişken söyleyeyim, “falanca filanca kardeşlerimiz” sözleri, herkes birbirine karışmış olduğundan temelsiz; dolayısıyla yanlış. Üstelik, birilerini ‘ötekileştirme’ kokuyor.

*
Şimdi de İstiklal Marşımız’ın kabulüne bakmak istiyorum: İstiklal Marşımız Meclis kararıyla* kabul edildi. İlk millet meclisimiz olan Büyük Millet Meclisi’nce 12 Mart 1337’de… Miladi 1921’de. BMM’de ilk okunuşu da 1 Mart 1921’de olmuş.

Öyleyse, Meclis, TBMM yeni bir karar alır, İstiklal Marşı’ndaki ‘ırk’ sözcüğünü ‘halk’ olarak değiştirir, olur biter. Vezne de halel gelmez.

Kuşkusuz, bu ‘yenilenen’ ‘İstiklal Marşı’na da karşı olanlar olacaktır. ‘Hammarberg’lerin maşalığını sindirebilir misin sindiremez misin, … Bütün mesele bu.

*
Bugün, İstiklal Marşımız’ın milletçe kabulünün yıldönümü. Kutlu olsun!


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 12 Mart 2010

_____________________
*
tr.wikipedia.org (bkz. Kaynakça)

© 2010 İK


(www.ilgilik.net kaynağından)

4 Mart 2010 Perşembe

Şimdi Bilgileri Tazeleme Zamanı

Halkoylaması Nedir, Ne Değildir?*


18 Ocak’taki yazımda, “Bir sonraki yazımda, ‘Halkoylaması nedir ne değildir’ demeye çalışacağım” demiştim. Epey gecikmiş olarak o sözümü yerine getirmeye çalışacağım. Bu gecikme, biraz da koşulların tahminimden geç oluşmuş olmasından kaynaklanıyor…

Sözlükler, ‘halkoylaması’ için benzer sözcüklerle aynı tanımlamayı yapıyor. Bunlardan anlaşılan şu: ortada siyasal ya da toplumsal bir sorun olacak, halkın bu konudaki olumlu ya da olumsuz görüşünü belirlemek için ‘evet’ ya da ‘hayır’ diye iki seçenekli genel bir oylama yapılacak…

“Evet mi hayır mı?” Bana bu sorunun bir tek şey için sorulmasını isterim.


‘Halkoylaması’ sözünün Frenkçesi ‘referandum’. Aslı Latince bir sözcük… Fransızlar ‘référendum’, İngilizler ‘referendum’ biçiminde yazıyor; biz Fransızlar gibi sesletiyoruz.

İki şey daha eklemem gerekiyor:

Birincisi, bu sözcük, Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğünde ‘halk oylaması’ diye ayrı ayrı yazılan iki sözcükten oluşan ‘birleşik sözcük’ olarak verilmiş; bir anlamının da ‘plebisit’ olduğunu söylüyor bu sözlük. İkincisi de, -konunun dışında olmasına karşın söylemeden edemeyeceğim- Türk Dil Kurumu, ‘bileşik sözcük’ tanımlamasını yanlış bulduğundan olacak, bu dilbilgisi terimine ‘birleşik sözcük’ diyor. Ben, ‘bileşik sözcük’ demeyi doğru bulanlardanım.

Her neyse, asıl konuya döneyim:

Halkoylaması uygulaması hukuk sistemimize 1961 Anayasası’yla girmiş ve ilk kez de bu anayasa dolayısıyla yapılmış. Ülkemizde bugüne kadar beş kez halkoylamasına gidilmiş; ikincisi, 1982 Anayasası’nın kabul edilip edilmemesi; üçüncüsü, kimi siyasetçilere ’82 Anayasası’yla konan siyasal yasakların kalkıp kalkmaması; dördüncüsü, yerel seçimlerin bir yıl öne alınması yönünde Anayasa’da değişiklik yapılıp yapılmaması; beşincisi de, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilip seçilmemesi ile yine Anayasa’nın bazı maddelerinde değişiklik yapılıp yapılmaması konularında olmuş. Bunlardan yalnızca dördüncüsünde ‘hayır’ oyları kazanmış.

Şimdi de plebisite bakmak istiyorum.

Latincede ‘halk’ anlamına gelen ‘plebs’ ile ‘karar/kararname’ demek olan ‘scitum’ sözcüklerinin bileşmesiyle ortaya çıkan bir sözcük plebisit. ‘Plebiscitum’… Bu sözcük, son yüz yıllık tarihte ve günümüzde, özellikle siyasi konularda halkoyuna başvurmayı anlatıyor. Örneğin, I. Dünya Savaşı’yla ortaya çıkan yeni paylaşımda bazı ülkeler ile bazı bölgelerin hangi devlete bağlanacağı bu yolla saptanmıştı. Hatay Cumhuriyeti de bu yolla kurulmuş… Bu arada, Hindistan ile Pakistan arasındaki Keşmir anlaşmazlığının da plebisitle çözüme kavuşturulmak istendiğini hatırlamak gerekiyor. Bu örneklere bakınca, plebisitlerin, bir tür ‘kader belirlemesi’ anlamına gelen halkoylamaları olduğu söylenebilir. Bir de şu var: hukukçular, hükümetlerin bazen demokratik yöntemle yapılan halkoylaması yerine plebisiti yeğleyerek siyasal partileri devreden çıkarıp doğrudan halka başvurma yoluna gittiklerine dikkati çekiyorlar.

Halkoylaması konusuna yeniden döneyim: ben kendi adıma, bir halkoylamasında bir tek şeye ‘evet’ ya da ‘hayır’ dememin istenmesini isterim. Birden çok şey arasında kimine ‘evet’, kimine de ‘hayır’ diyeceğim şeyler olmasından doğal ne olabilir? (bkz. 5’inci halkoylamamız.)


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 3 Mart 2010

© 2010 İK

__________________
* http://www.ilgilik.net/ kaynağından alındı.

2 Mart 2010 Salı

Senaryo -10-

(http://www.ilgilik.net/2010/03/02/senaryo-10.html kaynağından)

s e n a r y o

ya da bir sevdayı resmetmek

bir anlatı denemesi

inal karagözoğlu

-10-

İlk bölüm için tıklayınız.

SİNEMANIN BAHÇESİ.

Sedat ablasının yanına doğru gitmektedir. (Sedat’ın çarpıcı görüntüleri. Çevreden genel/yarı genel görüntüler...)

Sedat ablasının yanına iyice yaklaşmıştır. Nazire, başını arkaya çevirmiş, oturduğu yerden hâlâ ilerilere bakmaktadır, kardeşinin yakınına gelmiş olduğunu görmemiştir.

NAZİRE (gitmek için ayağa kalkar [kızgın]): Şimdi bulurum ben onu... (birkaç adım atar)

MACİT (Nazire’yi hırkasından tutup durdurur): Dur, sen gitme... Ben bakarım.

Macit uzaklaşmaya başlarken Nazire öfkeyle yerine otur.

Macit, fıstık yiyerek yavaş adımlarla yürümektedir; solundaki sandalye bölüğünde oturan bir kızla bakışır, kısa bir süre başı kıza dönük olarak ilerler, bu sırada yanından geçen Sedat’ı görmez. Sedat, solundaki sıralara bakarak ilerlemektedir, o da Macit’i görmez. (Macit’in, kızın, Sedat’ın çarpıcı görüntüleri... Çevreden genel/yarı genel görüntüler...)

Sedat ablasının yanına gelir, bir an durur, ablasının saçını çeker.

NAZİRE (hışımla döner, Sedat’ı görür; kızgınlığı artar): Nerdesin lan sen?!..

SEDAT (gülerek): Burdayım...

NAZİRE (azarlarcasına): Burdaymış... Hıh... Yalan söyleme...

SEDAT (gülmektedir): Valla!.. (geçer, Nazire’nin solundaki sandalyeye oturur.)

NAZİRE (kızgın ve uyarırcasına): Yemin etme, çarpılacaksın!..

Sedat gülmeyi keser, ileriye doğru bakmaya başlar.

NAZİRE (kızgınlığı sürmektedir; makine dairesini işaret ederek): Görmedim mi, yine ordaydın... Nereye yok oldun!?.. Aşşaya (aşağıya) düştün zannettim. Bir gün düşeceksin tepe üstü, o olacak...

SEDAT (yüzünü dönmeden, kendinden emin): Ben düşmem!..

NAZİRE (biraz yumuşamıştır; küçümsercesine): Hıh, düşmezmiş!.. Geçen sene kirazdan düşen ben miyim?

SEDAT (ablasına döner, ciddi): Dal kırıldı da ...

NAZİRE (Sedat’ın sözünü keser, makine dairesini işaret ederek): Gözün hep tepelerde de ondan oğlum... İpince dala binersen...

Sedat susar. (Çevrenin yarı genel görüntüleri, konuşmalara uygun açı-karşı açı görüntüler...)

NAZİRE (kısa bir sessizlikten sonra gözdağı verircesine): Bir daha yanımdan ayrıl, bak babama söylemiyor muyum!..

SEDAT (umursamaz): Söyleee...

NAZİRE (gözdağını sürdürür): Görürsün, sinemaya gönderir mi o zaman?!..

SEDAT (daha da umursamazlıkla omuzlarını kaldırıp indirir): Seni de göndermez!..

NAZİRE (şaşırmış): Niyeymiş?!..

SEDAT (kuşkusu yokçasına): Yalnız göndermez ki... (kıs kıs güler)

NAZİRE (aldırmaz görünür): Ablam yok mu?

SEDAT (umursamazlığı sürmektedir): Olsuun... Hiç göndermez.

Suskunluk. Nazire kızgın ve somurtmuş, ilgisizce oturmaktadır. Sedat, çevreyi taramakta, gazoz satıcısı büyücek çocukla ve kimi çocuklarla karşıdan karşıya işaretleşerek konuşmaktadır.

Hoparlördeki müzik sona erer; bu, “filmden önce çalınan son parça” diye bilinen parçadır. (Çevrenin yarı genel görüntüleri, konuşmalara uygun açı-karşı açı görüntüler...)

NAZİRE (birden telaşlanır, yerinden fırlar, sinemanın arka taraflarına bakar): Macit sana bakmaya gittiydi...

Sedat, umursamaz bir görünüştedir. Sinemanın başlayacağını bildiren birinci zil çalar.

NAZİRE (daha da telaşlı, kendi kendine): Nerde acaba?!.. Bu da hepten dangalak anam... (bakınmaktan vazgeçip hırsla yerine oturur)

İkinci zil. Seyirciler arasında hareketlenmeler... (Çevreden genel/yarı genel görüntüler.)

Üçüncü zil.

Sedat, üçüncü zilin çalmasıyla birlikte ayağa kalkıp heyecan içinde büyük bir dikkatle makine dairesinin küçük pencerelerini gözlemeye başlar. Nazire, Sedat’ı kolundan çekerek zorla yerine oturtur, ardından da bir kez daha arkalara, ara yollara birkaç saniye bakınır, sonra da omzunu silkip önüne döner. (Çevreden birkaç genel görüntü.)

Sinema başlar: Bir fragmanın ardından sessiz bir Fransız filmi...

Perdede görüntüler... Sinemanın ön sıralarında oturan çocuklar, hep bir ağızdan jeneriği okumaya çalışmaktadır. Bu “toplu okuma”ya, öbür bölümden de katılan çocuklar, delikanlılar olmakta, her yaştan kimi büyük insanların da ağızları kıpırdamaktadır. (Görüntüleri tamamlayan sesler.)

..........

Film arası. Çevreden görüntüler. Sedat kalkar, gitmeye davranır.

NAZİRE (pantolonunun kemerinden tutarak Sedat’ı engeller; sertçe): Nereye!?

SEDAT (kurtulmaya çalışır): Bırak... Macit’e bakacağım...

NAZİRE (Sedat’a inanmaz görünmektedir): O kendi gelir... (makine dairesine doğru bir el hareketi yapar): Yine oraya çıkacaksın değil mi!?.. (Sedat’ı oturtur)

Macit, tanıdıklarıyla çok kısa konuşmalar yaparak önlerden yerine doğru gelmektedir; eli boştur (fıstıklarını bitirmiş); birini arıyor gibidir: az ileride gazozcuyu görür, bir gazoz alır, ağzını başparmağıyla kapatarak birkaç kez salladığı şişeyi biraz önce konuştuğu kendisinden biraz kabaca olan erkek çocuğuna doğru tutar, parmağını aralayıp çocuğun yüzüne gazoz fışkırtır. Çocuk, bir yandan bacağını sallayarak Macit’e vurmak ister, bir yandan da bir tükürük savurur, sonra da kaçmaya başlamış olan Macit’i kovalar ama yetişemez.

ÇOCUK (geri döner, Macit’in arkasından): Ulan sıpa, ben sana gösteririm!.. (döner, yerine doğru giderken) Fırlatma... N’olacak... (söylenerek yerine doğru yürür)

Macit nefes nefese yerine yaklaşmıştır.

NAZİRE (Macit’i görür): Hah işte, geliyor... İyice şapşalladı... Seni önlerde aramış koca kafa...

Macit yerine geçerken, iki kardeş ona alayla ve gülerek bakarlar. Tam bu sırada elektrikler çok kısa aralıklarla üç kez sönüp yanar.

Sedat, elektriklerin sönüp yanmaya başamasıyla birlikte başını hemen makine dairesine çevirir: gözlerini makine dairesinin küçük pencerelerine dikmiş, aralarında oturduğu ablası Nazire ile Macit’e eliyle bir şeyler anlatmaya başlamıştır; Nazire de Macit de Sedat’ın anlattıklarına pek ilgi duymamaktadırlar, makine dairesine doğru bir an için istemeye istemeye bakıp hemen önlerine dönerler.

Elektriklerin sönüp yanmaya başamasıyla birlikte izleyicilerde de hareketlenmeler... Çocuk izleyicilerde belirli bir sevinç gösterileri...

..........

Sedat, ayağa kalkmış, heyecan içinde o küçük penceresinde Makinist’i görebilmeyi umut etmektedir; bu olmaz. Sedat artık, objektifin önündeki pencerecikten çıkıp genişleyerek gidip perdeyi kaplayacak olan ışık demetini bekliyordur... Sedat, o beklediği ışığı görür görmez perdeye döner.

Kararma.

(s ü r e c e k)

Önceki bölümler için tıklayınız: 1 2 3 4 5 6 7 8 9

© 2004 İK

© 2010 ilgilik

24 Şubat 2010 Çarşamba

Duruma Aykırı Bir Söz

Duruma Aykırı Bir Söz

http://www.ilgilik.net/ kaynağından 21 Mayıs 2008 tarihli bir yazım; altbaşlık: "Yargıçlar Konuşmaz, Karar Verir".

İnal Karagözoğlu

Ekmekler Nicedir Bozuk…

Şimdi Mayayı Yenileme Zamanı


Geçen pazar günü bir gazetede ekmekten de söz ediliyordu. Hem de iki yerde… İnsanları salak yerine koyan reklam yazılarıydı bunlar. Frenklerin ‘advertorial’ dedikleri haber görümünde tanıtım şeyleri…


Bunları görünce, yıllar önce kesip sakladığım bir yazıyı aradım. Ekmek diye yediğimiz şeyin ne kadar ekmek olduğunu irdeleyen, “ekmeğimi istiyorum” diye haykıran bir yazıydı. Bulamadım. O zamanlar daha ekmekte de dışa bağımlı duruma getirilmemiştik. Yazının sahibi bilmem bugünleri gördü mü? Gördüyse acaba neler demiştir?


*
Ekmek önemli. Başta gelen ihtiyaç. Nimet. Öpüp de başımıza koyduğumuz. Ve pek çok anlam yüklemişiz ekmeğe… Atasözlerinde, özlü sözlerde, şarkılarda, türkülerde, deyimlerde, yeminlerde, … yer almış. Yazar çizerlerin de ekmekten söz etmişlikleri var… En azından yapıtlarında ‘ekmek’ sözü geçmiştir. Onlardan biri de Oktay Akbal. Bir kitabının başlığını bu sözcük üzerine kurmuş: Önce Ekmekler Bozuldu. Akbal’ın ilk kitabı; 1946’da yayımlanmış…








Ekmek önemli. Başta gelen ihtiyaç. Nimet… Ekmekte unun niteliği çok önemli. Hele de mayanın…


‘Önce Ekmekler Bozuldu’sunda neler anlatıyordu Oktay Akbal? Yetişkinliğe yeni ulaşmış bir kişinin düşlerini, aşklarını, … ve umutlarını… Bütün bu duygusal seslenişlerin arkasındaki görüntüde, İkinci Dünya Savaşı’na girme korkuları içinde çırpınan bir büyük kent vardır; o kent İstanbul’dur…


940’lı yıllar çok uzakta kaldı. O yılların İstanbulu da…


*
İstanbul, bu ülkede yaşayanlardan, yaşananlardan birer parça taşıyan bir kent. Ve hemen herkes, “Nerede o eski İstanbul” diye hayıflanıyor. Ama bizler, her birimiz, ‘o eski İstanbul’ her ne ise, onu birinci elden bozanlardan biri değilsek bile en azından bu bozulmaya ‘emeği çeçmiş’ olanların ailesinden gelen birisi değil miyiz?


Ve yalnızca İstanbul’u mu bozduk? Becerimizin göstergesi bu kente ettiklerimizle mi sınırlı? Bozulmadık neyimiz kalmış?


Akbal’ın ‘bozuldu’ dediği ekmeği bulmak bile artık hayal.


*
Ekmeğin bileşenleri un, tuz, su, maya. Unun niteliği bu işte çok önemli. Hele de maya… Tabii, hamur tutma, mayalama ve pişirme koşullarını yerine getirmezseniz ekmek yapamazsınız… Yani, bu iş ustalık ister. Hamurkârından pişiricisine kadar… Fırıncı? Her şeyden önce, eksik vezin peşinde olmamalı.


*
Ekmekler çoktandır bozuk; şimdi öncelikle mayayı yenileme zamanı. Yeniledin yeniledin, yoksa, gitti gider…



İnal Karagözoğlu
Yarımca, 23 Şubat 2010

© 2010 İK

19 Şubat 2010 Cuma

‘TİHAK’ı Beklerken…

Bir Ümitsiz Vaka


Adam kapıdan girerken sendeledi, az kaldı yere kapaklanacaktı. Ağzından ‘ıh’ ile ‘ah’ arası hafif bir ses çıktı. Güçlükle ayakta duruyordu sanki. Yüzü solgundu.

Bahtiyar Bey adamın çıkardığı sesle uyandı, yerinde doğruldu. Yemekten sonra hep böyle içi geçerdi. Yandaki küçük odada duştan yatağa kadar her bir şeyler vardı, ama o, masasının başında kestirmeyi severdi. Ağzını şapırdatarak dilinin kurumuşluğunu gidermeye çalışırken,

– N’oldu sana böyle bilader, diye sordu. Geç, otur. Ne içersin? Yemek söyleyeyim istersen…

Adamın hâlinden çok dertli olduğu anlaşılıyordu. Ağlayacak gibiydi. Eliyle hiçbir şey istemediğini anlatan bir hareket yaptı, derin bir iç geçirip hal hatır sormaya kalmadan titreyen bir sesle anlatmaya başladı:

– Biliyorsun, bizim hane ufak bi şey… Bize yetip de artıyordu bile; ama şimdi…

Adam sustu; sözlerinin arkasını getirmek istemiyor gibi bir hâli vardı. Bahtiyar Bey, hâlâ ayakta dikilip duran arkadaşına bir kere daha oturmasını söyledi. Keyfi kaçmıştı, ama yapacak bir şey de yoktu. Bu çocukluk arkadaşıyla ilgilenmemek olmazdı. Onu hiç böyle görmemişti. Çok önemli bir derdi olmalıydı. Ön odadaki sekretere “Kızım bize iki çay” deyip merakla arkadaşına döndü:

– E anlatsana yahu n’oldu? Nen var?

Adam masaya yakın bir koltuğun kıyısına ilişirken gizli bir şey söyler gibi sesini alçaltarak konuşmaya başladı:

– Bana yer kalmadı. Evde… Çocuklar gelince biraz sıkışıyorduk, o kadar. Ama şimdi…

Yine susmuştu. Öyle duruyordu… Bu sefer Bahtiyar Bey yerinden kalktı, bir sandalye çekip burun buruna karşısına oturdu:

– Anlatacak mısın arkadaş? Hem geldin uykumun içine ettin hem de adamı merakta bırakıyorsun… Nedir derdin?! Bak Masum, duruşmam var, saat ikide adliyede olmam lazım; sana on beş dakika veriyorum, ne diyeceksen de!

Masum Bey, utana sıkıla derdini dökmeye başladı:

– Evlenme şeyleri çıkalı beri bana evde yer kalmadı. Yengen sabahtan akşama kadar onları seyrediyor. Hastalıklarla şey ediyor televizyonun başına oturmaya, evlenmecilerle devam ediyor… Akşamlara kadar… Akşamlara kadar abicim akşamlara kadar. Allah inandırsın… Evin içinde bir alay insan… Çıldırmamak için mutfağa kapanıyorum. Her tarafı ısıtacak hâlimiz mi var, öbür oda buz gibi… Ben de mutfakta idare ediyorum; orası ufak, ara ara elektrik sobasını ş’apıyorum. İşin kötüsü, yeniden gazete okumaya başladım. E vakit geçmiyor, n’apayım? Almam artık bu meretleri, demiştim ama çaresizlik… Senin anlayacağın, evde yerim yok artık. Yengenle de çekişmek istemiyorum…

Arkadaşı bir avukata yaraşır biçimde kesmeden dinliyordu adamı. Masum bey, duvardaki avukatlık belgesine bakarak kafasındaki soruyu sordu:

– “Sen bilirsin, söyle bana: bu insan hakları şeysi denen şey benim bu derdime çare olur mu dersin? Ha? Sen biliyorsundur.

Bahtiyar Bey, ne böyle bir meseleyle de de böyle bir soruyla karşılaşacağını ummuştu. Gülse miydi ağlasa mıydı… Bu çok sevdiği arkadaşının durumu onu üzmüşü ama gülmemek için de zorlanıyordu; kendisini toparlayıp sordu:

– İnsan Hakları Mahkemesi’ni mi şey ediyorsun? AİHM’yi?

– Ben bilmem, ahim midir değil midir, yeni şey ediyorlarmış, kuruyorlarmış ya…

Bu sefer rahat rahat güldü Bahtiyar Bey:

– İlahi Masumcuğum, ne adamsın… Şimdi çaktım, sen İnsan Hakları Kurumu’nu söylüyorsun… He mi?

Masum Bey ‘evet’ anlamında başını salladı. Soran gözlerle arkadaşının ağzından derdine merhem bir söz çıkmasını bekliyordu.

Bahtiyar Bey arkadaşına ne diyeceğini bilemiyordu. ‘İnsan Hakları Kurumu’ diye bir söz yıllardır dolanıp duruyordu ortalıkta, ama böyle bir kurum daha kurulmuş değildi memlekette… Arkadaşının ümit bağladığı şey henüz ortaya çıkmamıştı. Bildiği bir şey vardı, o da ‘Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu Tasarısı’nın Bakanlar kurulu’nda kabul edilip Meclis’e gitmiş olduğuydu.

Komisyonlar, Meclis’te uzun uzun görüşmeler… Daha şimdiden muhalif sesler vardı. İktidarın niyeti falan… Hem böyle bir kurum ortaya çıksa da Masum Bey’in işi zordu. Bahtiyar Bey bunları hâl diliyle arkadaşına anlattı. Saate baktı: çıkma vakti gelmişti. Kalktı, kara düşüncelere dalmış, kıpırdamadan öylece oturan arkadaşının omzuna dokundu:

– Hadi bana eyvallah… Sen istersen burada otur; bak televizyon da var: biraz hürriyetini yaşa. Meclis’teki görüşmeleri izle mesela… Belki senin şeyi de konuşurlar… Ben beş gibi gelirim, akşama Yaşar’ı da alır bizim lokalde iki tek atarız, ha?... Sıkma canınııı, ben yengemle konuşurum. Bi tek ölüme çare yok…

Masum Bey’den çıt çıkmadı, başını ‘olur’ makamında salladı, o kadar. Durumunu anlamıştı: onunki ümitsiz bir vakaydı. Bir süre kıpırdamadan kös kös oturduktan sonra bilinçsizce uzandı, televizyonun kumandasını aldı. İlk defa görüyormuş gibi uzun uzun bakıp inceledi elindeki aleti, sonra da gelişigüzel bir tuşa bastı. Basmasıyla birlikte büroyu evlenme programlarından biri dolduruverdi. Masum Bey hemen başka bir tuşa bastı; bu seferki bir moda kanalıydı. Masum Bey ilk kez yüksek sesle haykırdı:

– Kumanda kimdeyse Süleyman odur!

Ve işte o anda kararını verdi Masum Bey: ilk işi, son teknolojilisinden bir televizyon alıp evin öteki odasında kendi hükümranlığını ilan etmek olacaktı. Hem de çatıya bayrak niyetine bir çanak dikerek…


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 19 Şubat 2010


© 2010 İK

13 Şubat 2010 Cumartesi

‘Ufak’ Şeyler…

Halid Ziya’ya Acı Vermek


Televizyonda bir dizi var, her bölümünde eşimle birlikte beyazcama yapışıyoruz. Akşamdan gece yarılarına kadar… ‘Aşk-ı Memnu’ adlı ‘şey’den söz ediyorum. Hani şu, duyurularını, sunularını sıvaşık bir sesin yaptığı diziden… Geçen perşembe akşamı milletçe altmışıncı bölümünü idrak ettik. Halid Ziya Uşaklıgil’in aynı adlı romanından uyarlandığı söyleniyor.


Aşk-ı Memnu’nun Türk harfleriyle ilk basımını 1939’da Hilmi Kitabevi yapmış.

Benim bu diziyle sorunum var. Hayır, ‘örf ve âdetlerimize uygun düşmüyor’ diyenlerden değilim; burada tanık olunanlar ‘kamuya açık’ o kadar. Madame Bovary’nin yayımlanmasının üzerinden yüz otuz yedi koca yıl geçmiş… Hâlâ mı böyle şeylere şey edeceğiz!?


Sıra Aşk-ı Memnu’ya geldi mi, eşimle ben akşamdan gece yarılarına kadar sinek gibi beyazcama yapışıyoruz.

Benim derdim, diziye ilişkin duyurulardaki, sunulardaki o sıvaşık sesin Uşaklıgil’in adını söylerken ‘Halid’in ‘a’sını kısa sesletmesi. Dizi ilk başladığından beri bu böyle. “Ha bu hafta düzeltirler ha gelecek hafta düzeltirler” diye diye önceki günü ettim: bakıyorum, ilgililerin durumdan memnuniyeti sürüyor.


Gerçekçilik akımının öncüsü Fransız yazar Gustave Flaubert, Madame Bovary’sini ilk kez 1857’de yayımlamıştı.

Dizinin genelağ sayfasında şimdiye kadar beş yüze yakın yorum yapılmış; içlerinde şu benim takıldığım “kısa a’lı Halit” meselesine değinileni yok. Millet, son zamanlarda daha çok “ya nası nihal&behlül dersiniz yaa??arada AŞK yok,TUTKU yok,SEVGİ yokkkk..yokk yokk yokk hiçbişi yokkk!!!sadece hastalıklı zengin kızı nihalin behlül saplantısı var ortada!!nihal behlül ilişkisini ASLA desteklemiyoruzzzzz!!!!!bu bir dizi ve biz bu dizide AŞK görmek istiyoruzzzz..gerçek aşkı ama!!!behlül&bihter aşkını.........” ayaklarında… İlk yorumlar da, “kıvanç tatlıtuğ ekranlara çok yakışıyor eminim bu rolünde hakkını vericektir kendisine başarılar diliyrm. dizinin yaprak dökümü gibi uzun soluklu ve başarılı olmasını dilerim / ötle bi kadrosu varki izlemememk elde deiğil.beren saate ve kıvanç tatlutuğa öyle yakışmışki rol harika bir dizi 5-6 sene hiç bitmez umarım:):)” makamından şeyler…


Uşaklıgil, yazında gerçekçiliğin bizdeki ilk temsilcisi. Adının doğru düzgün söylenemeyişi beni üzüyor.

“E bu derdini sen yazsaydın” denirse, yanıtım “Kim okur, kim dinler” olur. Ama dur, yazacağım… Bence bu dizi daha çok su kaldırır; bir altmış bölüm daha beklerim şahsen; bakalım Halit’in a’sı uzayacak mı? Bire yüz yirmi bahse girerim, uzamaz. Ancak, yalnızca benim yazmam şartıyla… Başkaları da yazarsa onu saymam. Bunu da burada demiş olayım. Ve dilerim yüzüm kara çıkar.

*
Yazınımızın doğalcı-gerçekçi ilk romancısı sayılan Uşaklıgil’in ilk adını dilimizin yaygın yazım kurallarına uyarak ‘Halit’ diye yazmak ve öyle sesletmek tamam, ama a’sını kısa kesmek yakışık almıyor. Hele hele Kanal D ile diziyi kotaran Ay Yapım’a hiç… Yapımcılık da yayımcılık da zor iştir; hakkını vermek gerekir. İnsanlar doğru şeyler öğrenmeli bu işleri yapanlardan. Öyle değil mi?

Halid Ziya’ya acı vermek beni üzüyor.


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 13 Şubat 2010

______________________
Fotoğrafların kaynağı sırasıyla:
- Gitti Gidiyor
- Web TV
- Wikipedia >>> Wikipedia
- Wikipedia

© 2010 ilgilik

8 Şubat 2010 Pazartesi

İki Şarkı Eşliğinde Düşünceler

Özelleştirme Ne Değildir?


Bu konuya hiç değinmeyecektim. Artık mide bulandırıcı şeylerden kaçmak mı istiyorum ne? Hem, iki yıl kadar önceki bir yazımda, bir 28 Haziran’da, İzmit’in düşman işgalinden kurtuluşunun yıldönümünde, bizdeki özelleştirmelerden de söz etmek zorunda kalmamış mıydım? Bu yetmez miydi? Bence yeterdi.

Memleket meseleleriyle bu işe soyunan devletliler uğraşsındı… İktidarıyla muhalefetiyle… Bizler değil.

Bu uzak duruşlar dinlendirici oluyor. Dün akşam da kendimi televizyonda ‘Bir Şarkısın Sen çocukları’na vermiştim; özellikle de Şebnem Keskin’i dinlemek beni yeniliyor… Derken ilk şarkısını söylüyor; yine pek başarılı: No Doubt’ın ‘Konuşma’sı. Don’t speak… Bir aşk şarkısı: “Sen ve ben, eskiden birlikteydik; / Her gün birlikteydik, her zaman” diye başlıyor… Ve şarkının 90’lı yılların ortalarından gelen kimi dizeleri ‘dinlenmeye niyetli’ bana günümüzden neleri neleri çağrıştırıyor…

“Konuşma, ne dediğini biliyorum; / Anlatma çünkü incitiyor. / Başım ellerimin arasında oturup ağlıyorum, / Her şey bitiyor. / Sen ve ben, öldüğümüzü görebiliyorum… / Ölüyor muyuz? / Anlatma, çünkü incitiyor / Ne dediğini biliyorum… / Konuşma, konuşma, konuşma…”

Hadi gel de düşüncelere dalma!...

………
Derken derken, bir de bakıyorum, bu kez izlencenin konuğu Bora Ayanoğlu, müziğiyle sarıp sarmaladığı dizelerini taşımakta: ‘Fabrika Kızı’… Taa 1970’ten… Ülkem daha 12 Mart’la sarsılmamış… İşte o özgür esinti*:




“Gün doğarken her sabah
Bir kız geçer kapımdan;
Köşeyi dönüp kaybolur
Başı önde, yorgunca…

Fabrikada tütün sarar
Sanki kendi içer gibi;
Sararken de hayal kurar
Bütün insanlar gibi…

Bir evi olsun ister,
Bir de içmeyen kocası…
Tanrı ne verirse geçinir gider;
Yeter ki mutlu olsun yuvası.

Dışarı(ı)da bir yağmur başlar,
Yüreğinde derin sızı;
Gözlerinden yaşlar akar,
Ağlar fabrika kızı…

Oysa yatağında bile
Bir gün uyku göremez,
İhtiyar anası gibi
Kadınlığını bilemez…

Makineler diken gibi
Batar her gün kalbine;
Yün örecek elleri
Her gün ekmek derdinde.

Gün batarken her akşam
Bir kız geçer kapımdan;
Köşeyi dönüp kaybolur
Başı önde, yorgunca…

Fabrikada tütün sarar
Sanki kendi içer gibi;
Sararken de hayal kurar
Bütün insanlar gibi…”
‘Konuşma’ ve ‘Fabrika Kızı’…

Günümüzün gerçeklerine dönüyorum ve hiç değinmeyecektim dediğim konuya dalıyorum… Evet, bir şeyleri yinelemem için yetiyor da artıyor bu iki şarkı:

«I- ÖZELLEŞTİRME İLE İLGİLİ GENEL BİLGİLER**

………

B. Özelleştirme

1- Kavram Olarak Özelleştirme :

Özelleştirme (privatization) sözcüğü ilk defa 1983 yılında Webster’s New Collegiate Dictionary’nin 9. baskısında yer almış ve “özel hâle getirmek, sınai veya ticari hayattaki denetim ve mülkiyeti, kamu kesiminden özel kesime aktarmak” olarak tanımlanmıştır. Sözcüğün ilk kullanılışı ise, Peter F. Drucker’ın 1969 yılında basılan “The Age of Discountinuity” isimli eserinde “reprivatization” şeklinde olmuş, 1976 yılında ise Robert W. Pooe bu terimi, “privatization” olarak kısaltmış ve “Reason Foundation” isimli çalışmasında kullanmıştır.

Özelleştirme ilk defa 1979 yılında İngiltere’de Muhafazakâr Partinin seçim manifestosunda yer almış, ilk özelleştirme uygulamaları da (Şili uygulaması hariç tutulacak olursa) yine İngiltere’de Muhafazakâr Parti döneminde gerçekleştirilmiştir. Daha sonra Kasım 1980’de ABD’de başkanlık seçimlerinin Ronald Reagan tarafından kazanılması ile uygulama dünyaya ihraç edilir hale gelmiştir.

Özelleştirmeyle ilgili olarak sayısız kitap, makale vb. yayınlanmış olup, bunların hemen tamamında ortak olan noktalar tanımına ve uygulama yöntemlerine ilişkindir. Özelleştirme dar ve geniş anlamlı olarak tanımlanmaktadır.

Özelleştirme dar anlamıyla, “mülkiyeti ve yönetimi kamuya ait olan iktisadi üretim birimlerinin özel sektöre devri” olarak tanımlanmaktadır. Bu devir, genel olarak ya iktisadi birime ait hisse senetlerinin halka arzı yoluyla ya da iktisadi birimin bir bütün olarak (blok satış) kişi ya da kurumlara satışıyla gerçekleşmektedir. Bu çerçevede, tarihin çeşitli dönemlerinde hemen her ülkede, kamu mülkiyetindeki birimlerin, özel sektöre devri söz konusu olduğu halde, bu devirlerden hiç birisi “özelleştirme” olarak adlandırılmamıştır. Özelleştirme, basit bir mülkiyet veya yönetim transferinin ötesinde, bütün bir iktisadi organizasyonu, serbest piyasa mekanizmasına göre işleyen yapıya kavuşturmak ve bunun için gerekli dönüşümü sağlamaktır. Bütün bu unsurlar ise özelleştirmenin geniş anlamda tanımında yer almaktadır.

Geniş anlamda özelleştirmede, mülkiyet devrinin yanı sıra, bu tür kuruluşların özel kesime kiralanması, kamu kesimi tarafından üretilen mal ve hizmetlerin finansmanının özel kesimce sağlanması, yönetimin özel kesime devri, mal ve hizmet üretimindeki kamusal tekellerin kaldırılması ve kurumsal serbestleşme de özelleştirme kavramı içinde yer almaktadır.

Bu çerçeve içinde özelleştirme bir bütün olarak devletin iktisadi faaliyetlerinin sınırlandırılmasını ve ekonomide piyasa güçlerinin etkili kılınmasını ifade eden bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Türkiye’de çay ve tütün tekellerinin ortadan kaldırılması, bu alana özel sektörün de girmesini sağlayacak yasal düzenlemelerin yapılması, geniş anlamda bir özelleştirme örneğidir. Yine KİT’lerde belirli işlerin (temizlik, yemek ve hatta üretime yönelik bazı işlerin) ihale yoluyla özel girişime bırakılması da bu anlamda özelleştirme olmaktadır. İmtiyaz devri, yönetim devri, kiralama yöntemi, gelir ortaklığı yöntemi vb. yöntemler geniş anlamda özelleştirme kapsamına girmektedir.

………

DEĞERLENDİRME

1980’li yıllardan itibaren, dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde başlatılan özelleştirme uygulamaları, her ülkeye uygulanabilecek tek özelleştirme yöntemi olmadığını, ülkelerin ekonomik, sosyal yapı ve gereksinimlerine göre uygulamanın biçimlenmesi gerektiğini ortaya koymuştur.

Tekelleşmeyi önleyici ayrıntılı düzenlemeler yapılmadan, fiyat, üretim, yatırım gibi konularda bağımsız düzenleyici kurumlar oluşturulmadan, ülkenin gelişmişlik düzeyi, piyasaların yapısı, gelişmişliği, teknolojinin durumu, gelir dağılımı ve bölgesel gelişmişlik farkları gibi hususlar dikkate alınmadan, kısa dönemde bütçe açıklarını kapatmak için, devlete gelir sağlamayı hedefleyen, öncelikleri doğru belirlenmemiş bir şekilde özelleştirme yapılmasının, ekonomide yarardan çok, zarar getireceği, özelleştirmenin finansörlerinden olan Dünya Bankası uzmanlarınca hazırlanan ülke raporlarında da zaman zaman dile getirilen gerçeklerdir.

Kamu ekonomik girişimciliğinin ve kamu müdahaleciliğinin özelleştirme ile son bulması beklenilmemektedir. Bunun en temel nedenlerinden birisi, toplum halinde yaşamaktan kaynaklanan gereksinimler ile özel sektörün kâr saikinin her zaman bire bir çakışmamasıdır.

Bazı sektörlerde optimal yatırım hacminin ve başlangıç masraflarının çok yüksek olması, özel sektörün gerekli sermaye donanımına sahip olmaması veya kâr marjını yeterli görmemesi gibi faktörler, bu alanlara devletin girmesini zorunlu kılabilmektedir.

Özelleştirme uygulamaları üzerine yapılan araştırmalar, yalnızca kamu mülkiyetinin, özel sektöre devrinin, ekonomide etkinlik ve verimliliği sağlamak için yeterli olmadığını göstermektedir.

Özelleştirme, bütün endüstri ilişkileri sistemine, en azından kısa dönemde olumsuz etkileri olan bir iktisadi politika aracıdır. Bu olumsuz etkinin uzun dönemde ortadan kalkması, özelleştirme ile beklenen amaçların gerçekleşmesi ile mümkün olabilecektir.

Türkiye ekonomisinde dönem dönem yapılan araştırmalar, piyasada tekelci eğilimlerin güçlü olduğunu ve genelde rekabetçi değil, oligopolistik bir yapı bulunduğunu göstermektedir. Bu nedenle, özellikle kamu tekellerinin, özel tekellere dönüşümünü engelleyecek önlemlerin, özelleştirme ile birlikte uygulamaya konması gerekmektedir.

KİT’lerin satın alınması için kullanılan kaynakların, özel kesimde rekabete dönüşebilecek kaynaklarla rekabete girmemesi, dışlama etkisi yaratmaması gerekmektedir. Bu nedenle KİT’lerin özelleştirilmesinde, âtıl tasarrufları harekete geçirmeye olanak sağlayacak şekilde, halka arz yöntemine ağırlık verilmesi gerekmektedir.»

*
‘İktidarı belirleyenlerin onlar olmadığı’ söylenen Tekel işçileri, 4/C, artık her sabah gün doğarken yollara çıkmayan tütün işçileri, yağmura hacet kalmadan ıslanan tekel işçileri… Konuşmanıza ne gerek, diyeceklerinizi biliyorum; ve başım ellerimin arasında oturup ağlıyorum; çünkü, her şeyler bitiyor… Hep birlikte öldüğümüzü görüyorum… Anlatma, çünkü incitiyor; konuşma, konuşma, konuşma!...


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 7 Şubat 2010

_______________
* Fabrika Kızı -Alpay söylüyor.
** Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu’nun genelağdaki yerinde, Özelleştirme Ders Notları başlıklı bir çalışma var; bu kurula alınan denetçi yardımcılarına verilen eğitimde yararlanılmak üzere 2004 yılında Kurul’un başdenetçisi Nursel Öztürk hazırlamış.
(bkz. http://www.ydk.gov.tr/egitim_notlari/ozellestirme.htm )

© 2010 İK

19 Ocak 2010 Salı

Anayasa: Temel Kuruluş

Kurucu İradenin Işığında Toplumsal Bir Sözleşme…


Ortada fol yok yumurta yok, bu da n’oluyor, demiştim. Böyle derken de aklıma büyükannem gelivermişti; rahmetli, tavukların taa arka bahçede aralarına horozu da alarak gıdaklamaya durmalarını duyar, beni köşe bucak yumurta aramaya salardı. Her defasında da eli dolu dönerdim: ya böğürtlenlerin altlarında ya mertek yığının dibindeki korunaklı yerlerde hiç değilse üç beş yumurta bulurdum. Tavukların, yumurtlamaya elverişli daha pek çok ölü alanları vardı koca bahçede…

Bana beş altı yaşlarımdan bunları anımsatan şey, “Gündemimizde Anayasa değişikliği yok” haberi oldu.

Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkan Vekili Bekir Bozdağ, Anayasa Değişliklerinin Halkoyuna Sunulması Hakkında Kanun’daki halkoylamasına götürülme süresini kısaltmaya yönelik değişiklik yapılması konusunda yasa önerisi hazırlamıştı ve bu girişim ortalığı karıştırmıştı; yorumlar gırla gidiyordu…

Durumu ağırlaştıran ‘rastlantı’ ise, TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in bu haberle eşzamanlı olarak dar kapsamlı bir Anayasa değişikliğinden söz etmiş olmasıydı. Ama bu işte bir tuhaflık vardı: Bozdağ’ın partidaşı TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya, bu değişiklik önerisinin, ‘iktidarın anayasa değişikliğine hazırlandığının işareti’ olarak değerlendirilmesine -ve pek doğal olarak, öneriye yöneltilen olumsuz eleştirilere de- yanıt olarak bu önerinin gerekçelerini anlatıp “Türkiye’nin bir anayasa değişikliğine ihtiyaç duyduğu tartışmasızdır” diyor, ama sözlerini, “Şu anda güncelleştirilmesi öngörülen bir Anayasa değişikliği gündemimizde yoktur” diye bitiriyordu.

Ve Sayın Şahin’in, aynı günlerde, “Madem 1982 Anayasası’ndan herkes şikâyetçi, bu yıl bir anayasa değişikliği gerçekleşmesini temenni ediyorum” dediğini de biliyorum.

Şimdi…

Anayasa değişliklerinin halkoyuna sunulmasına ilişkin yasada yapılmak istenen bu değişiklik üzerine fikir yürütmeler oladursun, ben, kendime iş edindim, Frenkçesi ‘referandum’ olan şu halkoylaması ile bizim 1876’da -ve 1908’de- ‘Kanun-i Esasi (Temel Yasa)’, 1921’de -ve 1924’te- ‘Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Temel Kuruluş Yasası, Ana Kuruluş Yasası)’, 1961’de -ve 1982’de- ‘Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ adlarını verdiğimiz belgelerin ortaya konuşlarına da bakarak kısaca ‘anayasa’ denen düzenlemenin ne olup ne olmadığına bir bakayım, dedim.

İlk yazılı anayasayı Amerikalılar yapmış. 1787’de… Bunu, Fransızlar’ın 1789 devriminde ortaya koyduğu anayasa izliyor. Her ikisinde de ‘anayasa’ kavramı ‘constitution’ sözcüğüyle karşılanmış. Bu sözcük, aslında, ‘bileşim, terkip; yapı, bünye; kurma, meydana getirme’nin Fransızcadaki karşılığı. Bu sözcük, İngilizcede de, ‘anayasa’ demek olmasından önce ‘oluşum, bileşim; yapı, bünye; kural, yol yordam’ demek. Sözcük, Fransızcadaki ‘constituer’ (meydana getirmek, kurmak) eyleminden doğmuş.

Kendime verdiğim işin daha başında, The Constitution of the United States of America’da, Constitution de la République française’de ve dahi Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda ‘temel kuruluş’ kavramıyla karşılaşınca soramadan edemedim: Anayasa bir yasa mıdır?

İşin doğrusu, bu soruyu rahmetli Demirtaş Ceyhun sormuştu; geçen yıl aramızdan ayrılışından dört ay kadar önce de bir kitapla karşımıza koymuştu: ‘Anayasa Yasa mıdır’.

Ne diyordu Ceyhun?

“Parlamenter düzene güya yüz küsur yıl önce geçmiş olmamıza karşın, siyasi parti yöneticilerimizin bile demokrasiyi salt siyasi par­ti, seçim ve meclis olarak değerlendirip örneğin sendikalaşmayla, dernekleşmeyle ilgili yasaklarla ilgilenmemelerine; rejim ve yönetim kavramlarının arasındaki farkı hiç önemsememelerine; seçimlerde ön­seçim yapılmasından pek hoşlanmamalarına; parti içi demokrasi konusunun tartışılmasına asla yanaşmamalarına, milletvekillerinin do­kunulmazlığına dokunulmasına kesinlikle izin vermemelerine ve sık sık ‘laisizm’ kavramının yeniden tanımlanması gerektiğini söyleyip, iktidarı ele geçirir geçirmez de hemen ‘anayasayı’ değiştirmeğe veya yeni bir ‘anayasa’ hazırlamağa kalkışmalarına bakılırsa, Tanzimat’tan bu yana bolca ithal ettiğimiz demokratikleşme ve çağdaşlaşma ile ilgili batılı kavramların anlamlarını hâlâ yeterince kavradığımızı söy­leyebilmemiz galiba gerçekten olanaksızdır.
…..

Amacım, kitaptaki yazılara şöyle bir göz atılınca da anlaşılacağı gibi, sorunlarımızı doğru kavrayabilmemiz için önce kullandığımız kavramlar üzerinde biraz daha ciddiyetle durmamız gerektiğini an­latmağa çalışmaktır.
…..”

*
Adı her ne olursa olsun, bizim ‘anayasa’ dediğimiz düzenlemenin ne olup ne olmadığına bakarken karşıma çıkan ilk gerçek, ‘kurucu irade’ olgusu. Olmazsa olmaz koşul… Bu olmadan ortaya bir anayasa koymak olanaksız. Neden? Anayasalar, birer ‘toplumsal sözleşme’dir de ondan.

Sayın Şahin’in sözlerinde yer alan “1982 Anayasası’ndan herkes şikâyetçi” saptamasına katılmamam olanaksız. Ama, kaç kez değişiklik yapılmasına karşın hâlâ da yakındığımız bir düzenlemenin orasını burasını yeniden ve yeniden değiştirmek yerine ortaya yeni bir toplumsal sözleşme koymanın yolu araştırılmamalı mı? Bu iş için bir açılım gerekiyorsa o açılımı yapmak, bir süreç gerekiyorsa o süreci başlatmak?…

Başta hukukçularımıza olmak üzere bu ülkenin bütün kurumlarına, kuruluşlarına, düşünenlerine düşen görev, ne yapıp edip, ‘laik devlet düzenlerinin, seçimlerle, yasalarla ya da halkoylamalarıyla değil, devrimler sonucunda kabul edilmiş toplumsal sözleşmelerle kurulmuş olduğu’ gerçeğine bir seçenek bulmak. Amaçları, ‘kurucu iradenin ışığında toplumsal bir sözleşme’ niteliğinde bir anayasaya ulaşmak olmalı!

Kısa bir anayasa çalışmasının beni vardırdığı sonuç bu…


İnal Karagözoğlu

Yarımca, 18 Ocak 2010

_____________
Kaynak: http://www.ilgilik.net/