Bu Blogda Ara

31 Aralık 2008 Çarşamba

2009: Dünya İçin Küçük Bir Ayrıntı

Herkesin Bir Takvimi Olmalı


‘Yeni yıl’... Bu sözden ne anlaşılıyor? Kişiye göre değişir. Toplumlara, uluslara göre de... Belirleyici olan, her şeyden önce, içinde bulunulan durum.

Yenisi olduğuna göre, eskileri de var yılların; diyelim, MÖ 35000, 3200, 476... Sonra, yılları görece sıfırlayan ‘Milat’ ve 395, 1453, 1789, 1876, 1908, 1914, 1915, 1917, 1920, 1923, 1939, 1946, 1950, 1960, 1971, 1980, 1989, 1991, 1999, 2002, 2008, 2009... Pek çok anlamı içeren sayısal adlandırmalar... Zamandizinde sıralanıp gidiyorlar. Anlamları? Kişilere, toplumlara, uluslara göre...

Bir de ‘takvim’ dediğimiz kavram/sözcük var: takvim, her şeyden önce, ‘zamanı yıllara, aylara ve günlere ayıran yöntem’. Herhangi bir yılın günlerini, aylarını, sayılı günlerini gösteren çizelge ya da deftere de ‘takvim’ diyoruz. Bu sözcüğe değişmeceli (mecazi) bir anlam da yüklemişiz: yapılacak bir işin türlü evrelerini zamana bağlı olarak gösteren izlenceye de ‘takvim’ diyoruz. Takvim, bu üçüncü anlamıyla pek önemli.

Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimlerden biri de takvimde olmuştu; 1926’da uluslararası takvime geçtik. Bu geçişle, Cumhuriyet Türkiyesi’nde yapılacak işleri bir takvime bağlama iradesiyle belirlenmiş olan adımlardan biri daha atılmıştı.

*
‘2009’den takvimsel bir sayı olarak ne anlıyoruz? Dünyamız’ın Güneş’in çevresinde bizlerin zaman çizgisinde ‘sıfır’ olarak belirlediğimiz andan başlayarak iki bin dokuzuncu dönüşünü değil mi? Dünya bu işi dayanabildiğince yapacak. Bu, onun takvimindeki bir ayrıntı...

Herkesin, her toplumun, her ulusun da bir takvimi olmalı.

Takviminiz kutlu olsun, gönlünüzce yürüsün...


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 31 Aralık 2008

©2008 İK

(www.ilgilik.net 'ten)

Bir Kanlı Yılı Daha Uğurlarken...

Kan ve Gözyaşı Daha Ne Kadar Akacak?!...


İnsanlık tarihine ‘kanlı bir yıldı’ diye de geçecek olan 2008 sona ererken Rus şairi Demyan Bedniy’in Savaşa Gitmemiz Buyruldu şiiri durumu özeleyiveriyor. Asıl adı Yefim Aleksandroviç Pridvorov olan Bedniy (1883-1945) iki koca savaş görmüş. Bir Asker Türküsü altbaşlığını taşıyan şiir, yaşamak zorunda bırakıldığımız bugünkü dünyayı da anlatmakta. Yalın ve dolaysız…

Savaşa gitmemiz buyruldu:
“Toprak için aslanlar gibi dövüşün” diyerek.
Toprak için! Ama kimin toprağı? Söylenmedi bu...
- Derebeyinin toprağı olsa gerek!

Savaşa gitmemiz buyruldu:
“Özgürlük adına” diyerek.
Özgürlük adına! Ama kimin özgürlüğü? Söylenmedi bu...
- Halkın özgürlüğü olmasa gerek!

Savaşa gitmemiz buyruldu:
“Bizden” dendi, “yardım bekliyor müttefik uluslar.”
Ama en önemli şey unutuldu:
Kimin cebine girecek banknotlar?

Savaş kimisi için hayatla ödenen bir fatura,
Milyonluk kazançtır kimisine...
Çoçuklar, daha ne kadar
Katlanacağız bu ağır işkenceye?!...

*
Bugün de acıların ne uğruna çekildiği apaçık belli değil mi?

‘Açlar’ın doyması için aaha ne kadar kan, ne kadar gözyaşı!?...


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 31 Aralık 2008

© 2008 İK

(Kaynak: www.ilgilik.net

29 Aralık 2008 Pazartesi

Mehmet Akif’ten Konuşurken...

Akif’in Dili


Mehmet Akif Ersoy’u bugünlerde bir kez daha andık. 27 Aralık günü, Şair’in sonsuzluğa geçişinin 72’nci yıldönümüydü.

Ben, bu çok özel şairin yaşamından, yurtseverliğinden, ülke sorunlarıyla ilgilenişlerinden, köksüzlüğe karşı çıkışından, yapıtlarından, ... söz etmeyeceğim. Onun bir başka önemli özelliğini, yüreğinde, yoksullara, çaresizlere, düşkünlere nasıl da koca bir yer ayımış olduğunu belirtmekle yetineceğim. Ve bu bağlamda, Seyfi Baba şiirini bir kez daha okuyayacağım.

Seyfi Baba, daha ilkokul yıllarımda tanıştığım bir şiiri Akif’in... Küçük bir bölümünü okuma kitabımıza almışlardı... Nedendir bilmiyorum, Mehmet Akif’ten konuşurken bu şiirinden pek söz edilmiyor. Bu yılki anmalarda da edilmedi; ya da ben görmedim. Oysa, şiirlerinde Osmanlıca’nın kendine özgü müziğini olabildiğince duyumsatmasını bilen Akif, duru Türkçeyi, içinde yaşadığı sıradan halkın dilini de olanca yalınlığıyla, doğallığıyla nasıl ustaca kullanabildiğini/kullanabileceğini bence işte bu şiiriyle ortaya koymuştur.





Akif, Seyfi Babası’nda, hem Osmanlıcayı hem de halkın dilini ustaca harmanlıyor.





Okuyorum:

SEYFİ BABA


Geçen akşam eve geldim. Dediler:
- Seyfi Baba
Hastalanmış, yatıyormuş.
- Nesi varmış acaba?
- Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.
- Keşki ben evde olaydım... Esef ettim, vah vah!

Bir fener yok mu, verin... Nerde sopam? Kız çabuk ol!
Gecikirsem kalırım beklemeyin... Zîra yol
Hem uzun, hem de bataktır...
- Daha âlâ, kalınız;
Teyzeniz geldi, bu akşam değiliz biz yalınız.

Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde,
Boşanan yağmur iliklerde, çamur taa belde;
Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak
"Gel" diyen taşları kurtarmasa, insan batacak!
Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine,
Boğuyordum müteveffayı bütün aferine...

Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek,
Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!
Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim,
Çifte sandal yüzüyorduk; o yüzer, ben yüzerim!

Çok mu yüzdük bilemem, toprağı bulduk neyse;
Fenerim başladı etrafını tek tük hisse.
Vakıa ben de yoruldum, o fakat pek yorgun...
Bakıyordum daha mahmurluğu üstünde onun:
Kâh olur, kör gibi çarpar sıvasız bir duvara;
Kâh olur, mürde şuaatı* düşer bir mezara;
Kâh bir sakfı* çökük hanenin altında koşar;
Kâh bir mabed-i fersudenin* üstünden aşar;
Vakt olur pek sapa yerlerde, bakarsın, dolaşır;
Sonra en korkulu eşhasa* çekinmez, sataşır...

Gecenin sütre-i yeldasını* çekmiş, uryan,
Sokulup bir saçağın altına güya uyuyan

Hanuman* yoksulu binlerce sefilan-ı beşer*;
Sesi dinmiş yuvalar, hâke serilmiş evler;
Kocasından boşanan bir sürü biçare* karı;
O kopan rabıtanın* darmadağın yavruları;
Zulmetin* yer yer içinden kabaran mezbeleler*:
Evi sırtında, sokaklarda gezen aileler!

Gece rehzen, sabah olmaz mı bakarsın, sâil*!
Serseri, derbeder, avare, harami, kaatil*...
Böyle kaç manzara gördüyse bizim kör kandil
Bana göstermeli bir kerre... Niçin? Belli değil!

Ya o biçare de rahmet suyu nuş eyleyerek*
Hatm-i enfas edivermez* mi hemen "cız" diyerek!?

O zaman samianın*, lamisenin sevkiyle*
Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele!
Sopam artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi...
Ne yalan söyliyeyim kalbime haşyet* geldi.

Hele ya Rabbi şükür, karşıdan üç tane fener
Geçiyor... Sapmayarak doğru yürürlerse eğer,
Giderim arkalarından... Yolu buldum zaten.
Yolu buldum, diyorum, gelmiş iken hâlâ ben!

İşte karşımda bizim yâr-ı kadimin* yurdu.
Bakalım var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu.
Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip
Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip
Açıversem... İyi amma kapı zaten aralık...
Galiba bir çıkan olmuş... Neme lazım, artık
Girerim ben, diyerek kendimi attım içeri,
Ayağımdan çıkarıp lastiği geçtim ileri.

Sağa döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak
Merdiven geldi ki zorcaydı biraz tırmanmak!
Sola döndüm, odanın eski şayak* perdesini,
Aralarken kulağım duydu fakirin sesini:
- Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evladım!
Haklısın, bende kabahat ki haber yollamadım.
Bilirim çoktur işin, sonra bizim yol pek uzun...
Hele dinlen azıcık anlaşılan yorgunsun.
Bereket versin ateş koydu demin komşu kadın...
Üşüyorsan eşiver mangalı, eş eş de ısın.

Odanın loşluğu kasvet* veriyor pek, baktım
Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım.
Hele son kibriti tuttum da yakından yüzüne,
Sürme çekmiş gibi nur* indi mumun kör gözüne!

O zaman nim* açılıp perde-i zulmet*, nagâh*
Gördü bir sahne-i üryan-ı sefalet* ki nigâh,
Şair olsam yine tasviri* olur bence muhal*:
O perişanlığı derpiş* edemez çünkü hayal!

Çekerek dizlerinin üstüne bir eski aba,
Sürünüp mangala yaklaştı bizim Seyfi Baba.
- Ihlamur verdi demin komşu... Bulaydık, şunu, bir...
- Sen otur, ben ararım...
- Olsa içerdik, iyidir...
Aha buldum, aramak istemez oğlum, gitme...

Ben de bir karnı geniş cezve geçirdim elime,
Başladım kaynatarak vemeye fincan fincan,
Azıcık geldi bizim ihtiyarın benzine kan.

- Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?
Nezle oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın.

- Mehmed Ağ'nın evi akmış. Onu aktarmak için
Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.
Ne işin var kiremitlerde a sersem desene!
İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.
Hadi aktarmayayım... Kim getirir ekmeğimi?
Oturup kör gibi, namerde el açmak iyi mi?
Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası:
Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası!
Yoksa, yetmiş beşi geçmiş bir adam iş yapamaz;
Ona ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz.
Hastalandım, bakacak kimseciğim yok; Osman
Gece gündüz koşuyor iş diye; bilmem, ne zaman
Eli ekmek tutacak? İşte, saat belki de üç,
Görüyorsun daha gelmez... Yalınızlık pek güç.
Bazı bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma;
Kimsesizlik bu sefer tak dedi artık canıma!

- Seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece!
Açılırsın, sanırım, terlemiş olsan iyice.

İhtiyar terleyedursun gömülüp yorganına,
Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,
Başladım uyku taharrisine*, lakin ne gezer!
Sızmışım bir aralık neyse yorulmuş da meğer.

Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,
Önce amma şu faki âdemi memnun edeyim.
Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sade!
O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:
Ya hamiyyetsiz* olaydım, ya param olsa idi!

*
Şairi saygıyla anıyorum.


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 29 Aralık 2008


_____________________

* Sözcüklerin, söz kümelerinin anlamları:

mürde şuaat: ölü ışıklar
sakf: dam
mabed-i fersude: eskimiş, yıpranmış tapınak
eşhas: kişiler
sütre-i yelda: uzun perde
uryan: (üryan) çıplak
hanuman: ev bark, ocak
sefilan-ı beşer: yoksul, sefalet çeken, sıkıntıda olan, perişan insanlar
biçare: çaresiz
rabıta: bağ
zulmet: karanlık
mezbele: çöplük
rehzen: yol kesen, haydut, eşkiya
sâil: dilenci
serseri: başıboş
derbeder: yaşayışı, davranışı düzensiz kişi
avare: aylak, başıboş
harami: yol kesen, haydut
kaatil: /a:/ katil
nuş eylemek: içmek
hatm-i enfas edivermek: mec. son nefesini vermek
samia: duyma
lamise: dokunma
sevk: önüne katıp sürme, götürme, gönderme
haşyet: korku
yâr-ı kadim: eski dost
şayak: bir çeşit yünlü kumaş
kasvet: sıkıntı
nur: ışık
nim: yarı
perde-i zulmet: karanlığın perdesi
nagâh: birden bire, ansızın
sahne-i üryan-ı sefalet: sefaletin çıplak durumunu
nigâh: bakış
tasvir: sözle anlatma/anlatılma, betimleme
muhal: olanaksız
derpiş etmek: aklından geçirmek
uyku taharrisi: uyku arama, mec. uyumaya çalışma
hamiyyetsiz: (hamiyetsiz) koruma duygusu olmayan

© 2008 İK

(Kaynak: www.ilgilik.net)

27 Aralık 2008 Cumartesi

Devlet Kapısı da El Elinde

Q Klavyenin Haşmeti


Ankara’da nicedir bir çalışma yürütülüyordu. Yurttaşın kamu hizmetlerine elektronik ortamda ulaşmasını sağlamayı amaçlamıştı ilgililer. Devlet katında ‘E-Devlet’ denen bir kapımız olacaktı. Sonunda, 18 Aralık günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın eliyle Devletin Kısayolu - www.türkiye.gov.tr adresinde hizmete açıldı.

Bir adının da ‘Devletin Kısayolu’ olduğu anlaşılan bu uygulamaya ilişkin “E-Devlet Nedir” sorusuna, “e-Devlet, vatandaşlara Devlet tarafından verilen hizmetlerin elektronik ortamda sunulması demektir. Bu sayede, Devlet hizmetlerinin vatandaşa en kolay ve en etkin yoldan, kaliteli, hızlı, kesintisiz ve güvenli bir şekilde ulaştırılması hedeflenmektedir. Bürokratik ve klasik devlet kavramının yerini almaya başlayan e-devlet anlayışı ile, her kurumun ve her bireyin bilgi ve iletişim teknolojilerini kullanan sistemler ile devlet kurumlarına ve kurumlarca sunulan hizmetlere kolayca erişmesi hedeflenmektedir” yanıtı veriliyor*. Hayırlı uğurlu olsun!

*
‘E-Devlet’ uygulamasının hayırlı uğurlu olmasını dilerken ilk ağızda gözüme ilişen şu tuhaflıklara değinmeden de edemeyeceğim:

1- Alan adında Türkçe karakter kullanılarak ülkemizin adı türkiye biçiminde yazılmış. Pek güzel... İyi de ‘Kısayolu’ sözü de ne oluyor? Böyle bir bileşik sözcüğümüz var mı? Sonra, bu işi yürütenler, elleri değmişken alan adını niye ‘Türkiye.Gov.TR’li yazmamışlar? Devletin Kısa Yolu - www.Türkiye.Gov.TR diye de pekâlâ oluyor. Genelağ alan adı tanımlamasına ilişkin uluslararası düzenleme buna izin vermekte.

2- Bu hizmetin sayfalarında ‘E-Devlet’ de var ‘e-Devlet’ de... Üstelik, bu iki yazım biçimine aynı metinde bile yer verilebilmiş*. Bu sözler bir uygulamanın adı olduğuna göre, özel ad olarak baş harflerinin büyük harfle yazılması gerekir.

3- ‘E-Devlet kapısı’ tanımlaması da bir garip*... Bu sözlerin ‘E-Devlet’ uygulamasını belirttiği çok açık. Dolayısıyla, bunda da baş harflerin büyük harf olması gerekir: ‘E-Devlet Kapısı’.

Bilmeyen var mıdır, ‘devlet’ sözcüğü, bir özel adın parçası değilse baş harfi küçük olur: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ...”, “... böylece, AB’ye üye devletlerin sayısı 25’e çıkmıştı.”

4- Bu yukarıda sıralanan yanlışlar basit görülebilir. Peki, E-Devlet Kapısı’nın açılacağını duyurmak için her yerlere asılan duyurulardan birindeki bilgisayar klavyesine ne demeli? Alan adında ‘ü’ harfini kullanmaya özen gösterenlere ne olmuş? F klavye yerine Q klavye fotoğrafı kullanmak da neyin nesi? ‘Devlet dairelerinde, okullarda F klavye kullanılması ilkesi’ nerelere takılmış?!...

Asıl soru şu: Bütün bunların sorumlusu kimlerdir?

Koca bir 'proje' uygulanırken böylesi pürüzlere yer olmamalıydı. Altı üstü, birazcık dile saygı, birazcık yazım kurallarına göz atmak...


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 26 Aralık 2008

__________

* https://www.turkiye.gov.tr/portal/dt?channel=bilgilendirme&bilgilendirme.bilgiTipi=sikcaSorulanlar

© 2008 İK

(Kaynak: www.ilgilik.net )

25 Aralık 2008 Perşembe

Boza

Tarif Aliye Yengem’den...


Bozayla tanışmam 1950’de olabildi. Ankara’da... Babam Akman Bozacısı’nda içirmişti. Bizim Tokat’ta boza moza yoktu; ama annem hep anlatırdı...

Tokat’a dönüşte bir şişe de boza vardı eve götüreceğimiz şeylerin arasında. Şişesi, ilk kez gördüğüm, ağzı geniş bir şeydi... Samsun treniyle dönüyorduk; sanıyorum gece binmiştik. Bir ara baktık, bozamız şişesinden taşmış! Boza sıcağa gelmezmiş; bunu düşünememiştik; yani, babam düşünememişti; bilirmiş ama aklına gelmemiş... Babam yolculardan bir sicim buldu, şişeyi kendi usulüyle boynundan bağladı, bir havluyla da sarıp sarmalayıp pencereden dışarıya sarkıttı. İpin ucunu da pencerenin tutma yerine bağladık. Arada bir havluyu ıslatıyorduk; böylece, bozamızın ısınmasını önlüyorduk. Ama nafile... Turhal’a indiğimizde zayiatımız yarıdan çoktu. Asıl kabarıp gitmeler Turhal-Tokat yolunda oldu. Bütün bu çabalara, yöntemlere karşın eve, şişenin dibinde beş parmak kadar bir boza getirebilmiştik. İşin en yürek yakan yanı, güzelim içecek artık acımıştı.

*
Bozanın tarihi X. yüzyıla dayanıyor. Ortaasya Türkleri’nin bir buluşuymuş... Başta Kafkasya ile Balkanlar, pek çok coğrafyaya yayılmış.

Boza, Osmanlı’da pek bilinen en eski Türk içeceklerinden olmasına karşın, ne ilginçtir, son yüz otuz-yüz otuz beş yıllık dönemde Arnavut asıllı girişimcilerin eliyle ünlenmiş yurdumuzda.

Tarihimizdeki dönüm noktalarından biri de ‘93 Harbi’ diye bilinen savaş. 1876 Osmanlı-Rus Savaşı... Bu savaşın etkisiyle İstanbul’a göçenler arasında ‘Sadık’ adlı genç bir adam da vardır; o zamanlar bir Osmanlı toprağı olan Kosova’nın Prizren kasabasından... Yıllar sonra, bir başka savaş yüzünden pek çok insanımız Anadolu’ya savrulacaktır; I. Dünya Savaşı’nın yıkımından kurtulmak için... Bu gelenlerden iki kardeş, Vahap ile Muharrem, önce Bursa’ya, birkaç yıl sonra da Ankara’ya yerleşirler. Öte yandan, Sadık, memleketten kardeşi İbrahim’i de yanına çağırmıştır. İşte bu dört insan da bozacılık geçmişimizin en önemli kişileri sayılıyor... Onlar, en az bin yüz yıllık geçmişi olan bozamızın son yüz otuz-yüz otuz beş yılda kazandığı ünün mimarları. Sadık Usta’nın ailesi ‘Vefa’ soyadını almış, Vahap ile Muharrem de ‘Akman’...

*
Boza bir kış içeceği... Yapımı da çok emek isteyen bir ürün; öyle olmasaydı, ‘herhangi bir amaçla ya da bir işi tamamlatmak için birisini(e) çok üzmek, tedirgin etmek, sıkıştırmak, zorlamak, sürekli çalıştırmak, eziyet etmek’ anlamına gelen ‘ensesinde boza pişirmek’ diye bir deyimimiz olur muydu?

Ama bugün, -her bir şeyi olduğu gibi- bozayı da fabrikasyon mal haline getirdik. Ruhsuz, sıradan, ‘soğuk’... İşin şaşılacak yanı, bu bozalar bozulmuyor! Kocabakkallarda sıram sıram PET şişelerde günlerce duruyor...

*
Emeğinizin sıcaklığını taşıyan bir boza içmek istiyorsanız şu tarif işinize yarayabilir:

İşe, 1 kg bulguru 4-5 litre suda kaynatmaya bırakmakla başlayacaksınız. Bulgurlar kaynamaya başlayınca içerisine 1 dilim bayatça ekmek atın. Bulgurunuz suyunu çektikçe kaynar su ekleyin. Malzeme iyice lapalaşınca soğutup önce kevgirden, sonra da tel süzgeçten geçirin. Elde ettiğiniz süzüntüyü bir kavanoza ya da emaye bir kaba aktarıp içine maya olarak bir çay bardağı boza, 1 kg tozşeker ile soyulmadan 4-5 parçaya bölünmüş 1 elma atın. Bundan sonrası, eldeki süzüntünün bozalaşması için onu 23-25 derece sıcaklıktaki bir ortamda ekşimeye bırakmak... Bozanızın koyuluğu ile şeker ayarını, ekşimenin tamamlanmasına yakın yapın.

Nedendir bilmem, bozayı sarı leblebiyle içmek âdet olmuş. İsteyen leblebili istemeyen leblebisiz içsin, ama bu iş tarçınsız olmaz. ‘Tarçın’ deyince de eklememek olmaz, tarçınınız her bakımdan saf değilse bozanıza yazık olur. Aman dikkat!...

*
Bozayı ancak on beş yaşımda tanıdım ama onunla yakınlığım pek sıkı oldu:

Vefa Lisesi’nde okurken, sırf boza içmek için arkadaşlar arasında olur olmaz konularda bahse tutuşurduk. Lodos mu var? “Babaanne gelecek/gelmeyecek.” Psikoloji, sosyoloji, felsefe hocamız Moda’da otururdu; lodoslu günlerde pek gelmezdi. “Babaanne gelecek” diyen bire iki kazanırdı. Ya da, karşı evlerden birindeki kızın o gün perdeleri açarak kendisini gösterip göstermeyeceği ya da kaç kez pencereye çıkacağı üzerine bahisler... Kıza ‘Marlin’ adını takmıştık. Daha bir sürü şey...

Sonraları, Vefa Lisesi’nin bulunduğu caddenin karşısındaki Fevziye Caddesi’nde oturduk bir zaman... Fen Fakültesi’nde okurken de Vefa Bozacısı yanı başımdaydı.

Fakülte yıllarımda Kerküklü candan bir arkadaşım olmuştu: Cevdet Hâdi... Arkadaşlığımızın ilerlediği ilk günlerin birinde Cevdet’i Vefa Bozacısı’na götürdüm; boza nedir, bilmiyordu. Önce garipsemiş, sonra severek ‘yemeye’ başlamıştı. Daha sonra da, “İnal Abi, hadi beni boza yemeğe götür” demeler... Kaç kez “Oğlum, boza yenmez, içilir” dediysem de, o artık bu sözü zıddıma zıddıma söylüyordu. Yıllar sonra, İzmit’teki öğretmenlik yıllarımda beni ziyarete gelişlerinde bu kez pişmaniye yemeyi öğrenecekti ve bozayı da içer olacaktı. Ama artk bozanın da pişmaniyenin de bozulmasının eli kulağındaydı...

Son bir ekleme: bu tarifi, rahmetli yengem Aliye Hanım’dan almıştım. ‘7.2.70 Cumartesi’ diye de tarih düşmüşüm. Annemin amcasının eşi olan Aliye Yengemiz, Aliye Cangızbay, Ankara’nın yerlilerinden bir hanımefendiydi.


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 25 Aralık 2008

© 2008 İK

(Kaynak: www.ilgilik.net )

21 Aralık 2008 Pazar

“Yerli Mal Yurdun Malı”


Hiç Kimse Onu Kullanmamalı!


Yine içimi acılara boğarak gelip geçti... Ne zamandır böyle oluyor. Oysa o, çocukluğumun, sonra da öğretmenliğimin ilk birkaç yılının tatlı bir haftasıydı. ‘Yerli Malı Haftası’ derdik... Yaşı altmışa ulaştı... Yıllandıkça değerleneceğine anlamsızlaştı... Onu elbirliğiyle hurdaya çıkardık: artık eli ayağı tutmuyor... Oysa ne umutlarla doğmuştu içimize.

Yıl 1929. Dünya ekonomik bir bunalıma doğru yuvarlanmaktadır... Zamanın başbakanı İsmet Paşa, 12 Aralık günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde özünü ‘yerli üretim’in oluşturduğu bir konuşma yapıyor. Nasıl kalkınacağız? Paramız dışa akmasın diye neler yapmalıyız? Tutumluluk? Paşa, bu ana sorular üzerinde duruyor. Ve yerli mal kullanmanın gereğini anlatıyor.

Ve bu konuşmanın hemen ardından, 18 Aralık’ta Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in koruyuculuğunda ‘Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’ adıyla bir dernek kuruluyor. Amaç, yerli malları geliştirme, tutumlu yaşama, yerli malı kullanma vb. konularda kamuoyu oluşturmak.

Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nin çalışmaya başlamasıyla birlikte, ortaya konan amaçlar doğrultusunda güçlü bir seferberlik başlar. Seferberliğin önderleri Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ile Başbakan İsmet Paşa’dır: Gazi, giysileri yerli kumaştan diktirmeye başlar, konuklarına kahve ikram etmez, ... Başbakan’ın bu seferberlikle ilgili basın toplantılarında hep ıhlamurlar içilir...

Derken, ’29 Aralığı’nın 12 ve 18’inci günlerinin anısını yaşatmak için bu günleri içeren bir haftamız olduydu: Yerli Malı Haftası... Yıl 1946’ydı... 1983’te ‘Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası’ demeye başladık ona. Bu ad değişikliği, 12 Eylül sürecinin meyvesi... Ham bir meyve.

*
Yazımı, çocukluğumun Yerli Malı Haftası günlerinde bizim evde -kuşkusuz başka evlerde de- ıhlamur içildiğinden, okulda, sınıfımızda kurduğumuz kuruyemişli, kömeli¹, tarhanalı², pestilli, meyveli, kestaneli, ... sofranın evimize, evlerimize dek uzandığından ... söz ederek gözyaşlarımla ıslanmış bir özlem yazısına çevirebilirim. Öyle yapmayacağım; Prof. Dr. İbrahim Ortaş’ın* Yerli Malı Haftası ve AB Sürecinde Tarımımızın İçine Düştüğü Çıkmaz başlıklı yazısını aktaracağım**. Böylece, yazım da kuru bir ağlama duvarı olmaktan kurtulacak, bilimselliğin ağırlığını da yansıtıyor olacak. Sayın Ortaş’ın dedikleri, IMF kapısından yardım ummanın yaşam biçimine dönüştüğü, yavan ekmekte bile dışa bağımlılaştırıldığımız bir ortamda daha da önem kazanıyor, daha da derin bir anlam taşıyor:

«İlkokulda öğretmen “yerli malı haftası” çerçevesinde okula baklagil, kuru yemiş, varsa meyve getirmemizi isterdi. Her şey yerli, dışarıdan alacak paramız yok, neden öğretmen bizden yerli malı getirmemizi istiyor diye kendi kendime hep sordum. Ancak bu çelişkiyi ve anlayışın perde arkasını çok sonraları kavrayabildim. Bir tarım toplumu olan Osmanlıdan, Cumhuriyet yönetimine geçen ülkemiz 80 yıllık süreçte halen nüfusunun %35–40 arası tarımda çalışmakta, yarısına yakını da geçimini kısman de olsa tarımdan sağlamaktadır. Buna rağmen Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlıdan kalma borçlar bir yana hayatın her alanında gelişerek çağdaş bir toplum olma yolunda ilerleyen o dönemin yöneticileri bağımsızlığın önemini iyi kavramış olmalılar ki dışa bağımlılıktan uzak durmayı, bunun için kendi ayakları üzerinde durmayı birinci hedef edinmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı, sonra da Kurtuluş Savaşı deneyiminden doğan genç cumhuriyetin önderleri, ülkenin bir yandan devasa dış borç içindeki durumu, diğer yandan bütün kaynaklarının tükendiğini dikkate alarak toplumun tarıma dayalı sosyo-ekonomik yapılanmasını doğru tahlil ederek kendi yağında kavrulmayı başarı ile sürdürmüşlerdi.

O dönemde devletin içinde bulunduğu kötü ekonomik koşullar, sanayi kuruluşlarının yokluğu ve tarıma elverişli alanların çok azının ekilebilir durumda olması, ayrıca tarım tekniklerinin geriliğine rağmen öz kaynaklarına dayalı kalkınma hamleleri hedeflemişlerdi. Savaştan yorgun ancak gururla çıkan yoksul halk, her şeye rağmen yabancı mallar yerine, kendi ürettikleriyle yetinmek durumundaydı. Yerli malı haftası ilk defa Atatürk tarafından 1923 yılında İzmir İktisat Kongresinde yurdun bağımsızlığının korunması için, yerli mallar üretilmesi ve kullanılmasının önemini vurgulamasıyla başlatılmıştır. Bunu takiben Başbakan İsmet İnönü 12 Aralık 1929 tarihinde T.B.M.M.’de yaptığı konuşmada ulusal ekonominin, yerli malı kullanımının önemini ve tutumlu olmanın zorunluluğunu belirtir.

Cumhuriyet döneminde temelleri atılan, kendi kendine yeter bir toplum olma iradesi sayesinde tarıma dayalı sanayi alanında büyük gelişmeler gösterildi. Osmanlının borçları ödendi, ülke saygın bir konuma getirildi. Dönemin yöneticileri ve halkı birlik ve beraberlik ruhu içinde bağımsızlık uğruna aç ve yoksul kalmayı da göze alarak İkinci Dünya Savaşına girmeme becerisini gösterebilmiş, tabii bu arada halk da zorluklara katlanmasını anlayışla karşılamıştır. Bir bütün olarak kendi gücüne güvenmeyi, kendi kaynaklarını doğru kullanmayı benimsemişlerdir. Bunu topluma anlatabilmek için 1946 yılından itibaren okullarda her 12 Aralık’la başlayan haftayı Yerli Malı Haftası olarak kutlamaya başladılar. 12 Eylül sonrası 1983 yılında bu haftanın adı “Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası” oldu. Olmasına oldu ancak tam bu sıralarda ülke tarımının canına okunuyordu.

Bugün de aynı güzelim gelenek ve aydınlanma anlayışı aynı ruh ile devam ediyor mu bilemiyorum. Ancak geldiğimiz noktada da insanlarımızın kendi öz ürünlerini tüketmek yerine dışarıda alınan malların benimsendiği görülmektedir. Çocukluğumda kuru üzüm, pestil, kaynatılmış nohut, firik tarhana, mercimek çorbası, çökelek, koyun peyniri, tereyağı, kömbe, lahmacun ayran ile beslenirken şimdi çizel, kek, bonibom, kindersürpriz, toybox, çiklet, çikolata, kınor hazır çorbalar, hamburger, tost kola, fanta vs gibi batıda sınanma bedeli ağır olarak ödenen besinlerin tüketildiği görülmektedir. Bu tür yiyecekleri de ülkemiz insanın doğal beslenme yerine daha sağlıksız olmasına yol açacaktır. Kaldı ki batı ülkeleri bugünlerde bu tür beslenmenin toplum sağlığını bozduğunu bilimsel olarak ortaya koyarak yeni stratejiler geliştirmektedirler. Söz konusu yiyecek ürünlerinin ülkemizde tüketilme tarihi ile ülkemiz tarımının çöküşe geçiş süreci de aynı döneme rastlamaktadır.

AB Türk Tarımına Ne Dayatıyor?

Bugün girmeye çalıştığımız AB’nin Ortak Tarım Politikası çerçevesinde ülkemizin tarımda daha fazla liberal politikalar izlememizi isterken kendileri haksız rekabet ile elimizi kolumuzu bağlamaya çalışmaktadırlar. 6 Ekim 2004 tarihinde açıklanan ilerleme raporunda, Türkiye tarımının yapısal sorunları bulunduğunu ve üyeliğe kabulün tarımsal yapılanmada yapılacak iyileşmeye bağlı olduğu belirtilmektedir. Bilindiği gibi Türkiye’deki tarım işletmeleri yapısı ve üretim modeli Avrupa’dan farklı. Türkiye’nin tarım sektörünün büyüklüğü ve işleyişi AB standartlarına ve verimlilik istatistiksel değerlendirmelerine uymamaktadır. AB sürecinde tarımdaki yapısal sorunlar, tarımda çalışan 4.1 milyon tarım ailesi ve geniş tarım alanları nedeniyle tarımın kellesi istenmektedir. Tarımda çalışan nüfusun % 10’un altına çekilmesi istenmektedir. Yani milyonlarca kişinin işsiz kalması istenmektedir. Sanayi ve hizmet sektörü gelişmemiş bir ülkede bu yükü nasıl kaldırılır, çıkacak sosyal bunalımların bedelini kim öder, bunu düşünen yok!

AB ilerleme raporunda “Tarım Türkiye'nin en önemli sosyo-ekonomik sektörüdür. Ancak Türkiye’nin başarılı bir katılımı gerçekleştirebilmesi için, kırsal kesimin geliştirilmesi yanında yönetim kapasitesinin kurulmasında da büyük çaba göstermesi gerekir. Bu durumda Türk çiftçisinin gelir kaybını önlemek için, bazı tarımsal sektörlerinde rekabet yeteneğini artırmak zorundadır. Rekabet koşullarının sağlanması için uzun bir zamana gereksinme duyulacaktır”.

Dünya Ticaret Örgütü, İMF ve ABD Türk Tarımına Ne Dayatıyor?

Dünya Ticaret Örgütü ve IMF’nin baskısı sonucu bugün AB dâhil Türkiye’nin tarım ürünlerine verdiği destekleme alımı politikalarını sıkı bir korumacılık olarak algılamakta ve desteklemenin kalkmasını ve tarımında serbest piyasa politikasının uygulamasını istemektedirler. Başta ABD olmak üzere sahip oldukları ileri teknoloji, güçlü ekonomileri sayesinde üretim fazlası tarım ürünleri stokları oluşmaya başlanmıştır. Eldeki artı ürüne sağladıkları sübvasyon nedeniyle mütevazı şekilde gelişen bizim gibi ülkeler yanında bütün üçüncü dünya ülkelerinin tarımını çökermeye çalışmaktadırlar. Dünya Bankası, IMF ve ABD’nin bütün dünyada yaratmaya çalıştığı temel politika, desteklemelerin kaldırılması yönünde.

Yabancı Mallar Daha mı Kaliteli?

Üniversiteye ilk geldiğim 1980’li yılların başında dışa açılma ile beraber ülkede liberal ekonominin gereği olarak çok ucuza yağlı peyniri, sonra çikita muzu, Arjantin eti derken Şili elması, son yılarda Brezilyadan bakla, fasulye, Meksika’dan ABD’den buğday, İran’dan ceviz, ABD’den pamuk, Kanada’dan mercimek (ki anavatanı Türkiye'dir!) mısır gelmeye başladı. Daha ne olup bittiğini bilmeden bir zamanlar tarım ürünleri ihracatı yapan ülkemiz birden sattığımızdan daha fazla alır bir ülke durumuna getirildik. Uzmanlar ülkemiz pamuğu ABD’den daha ucuz mal etmesi ve kaliteli olmasına rağmen ABD’nin uyguladığı yüksek sübvasyon nedeniyle bizim ürettiğimiz değerin altında bize pamuk sattığını belirtiyorlar. Böylece bir anda çiftçimizin ürettiği pamuk dışarıdan satın alınan pamuktan daha pahalıya mal olduğu için piyasa koşuları gereği dışarının ürünü tercih edilmektedir. Doğal olarak çiftçimiz pamuk ekemez duruma gelmiştir. Bir zamanların ak altın üreticisi Çukurova pamuk ekiminden neredeyse çekilir duruma gelmiştir. Aynı şekilde ülkemize getirtilen ucuz buğday, mısır diğer ürünler ülkemizde tarımı çökertilmiş durumdadır. Hatta kamuoyu da ikna edilmeye çalışılarak destekleme ve sübvasyonun kaldırılması gerektiği topluma anlatılmaktadır. Yapılan propagandada, “ekmeğin pahalı olmasının nedeni destekleme ve sübvansiyon; eğer serbest piyasa koşuları sağlanırsa buğday daha ucuza alınacak, doğal olarak ekmek daha ucuz olacak” deniyor. Tabii Türk tarımı çöktükten sonrada ileride ekmeğin bizlere kaça satılacağını bilmiyoruz. Belki de bugün Afrika’nın tarımsal üretim yönünden içine düştüğü duruma gelebileceğiz. Unutmayalım ülkemizin yakın geçmişte geçirdiği iki büyük ekonomik krizi güçlü tarımı sayesinden kolay atlatmıştır. Halkımızın sosyo-ekonomik sigortası olan tarımımızla iştigal eden geniş kitle kendi öz değerlerine dönmeseydi belki çok daha büyük sosyal bunalımlar yaşayabilirdik.

Türkiye Kime Güvenmeli?

Ülkemiz maalesef tarımsal gelişmede dünyaya ayak uydurmada hazırlıksız yakalandı. Bu konuda yapılan bütün eleştirilere kulak kapatıldı. Ülkenin siyasileri ne yazık ki ulusal bilinçten uzak, daha çok hep batının istek ve talepleri doğrultusunda politikaları istemeseler de uygulamak zorunda kaldılar. Halkta ulusal bilinç ve yurttaşlık bilinci gelişmediği için hep yabancı mallara karşı bir hayranlık oluşmaya başladı. Batılıların isteği ile ülke tarımın temel direkleri olan şeker ve tütün yasaları kaş ile göz arasında topluma kabul ettirildi. Çoğumuzda yabancı hayranlığı, dışarıdan gelen her şey iyi bizimkisi kötü anlayışı egemen. Cebinde Marlboro sigara, üstünde yabancı marka elbise, sofrasında yabancı ürünler. “Bir elinde cımbız, bir elinde ayna umurunda mı dünya”. Bizler daha kahrolsun X ve Y diye duralım veya kimler kimler ile gurur duyuyor diyen slogandan öteye geçmeyen söylemlerle kendimizi avutalım.

Yine maalesef ülkemiz siyasilerinin gelişen tek kutuplu dünyanın bize dayattığı olguların kısa ve uzun sürede ne getireceğini dünya dengelerini düşünerek hesaplama yerine güçlüden yana tavır almayı yeğledikleri görülmektedir. Görebildiğim kadarı ile yurttaş bilinci üzerine inşa edilmiş ulusal bilinçten evrensel bilince ulaşma eksikliği görülmektedir. Ülkemiz insanının kendi potansiyelini tanıması ve buradan dünya gerçeği ile nasıl bütünleşeceğini küresel kalkınma mantığı ile değil, holistik-evresel bakış açısı içinde sağlaması için eğitimini yeniden çağdaş normlara göre şekillendirmesi gerekiyor. Nitelikli eğitilmiş bir toplum yaratmasak korkarım dünya devleri arasında erir gideriz.

Neden Öz Değerlerimize Güvenmiyoruz?

Bu tür yabancı hayranlığı anlayışı daha çok üçüncü ülkelerin kendine güvenmeyen, öz değerlerine güvenmeyen, kendi emeğine değer vermeyen, psikolojik olarak sen veya ben merkezli sağlıksız birey ve toplumlarda görülen davranışlardır. Hâlbuki Cumhuriyeti kuran kuşak kendinden emin, öz değerlere güvenen, onurlu, başı dik, kurtuluş savaşını beyin ve bilek gücü ile kazanmış mutlu insanlardan oluşuyordu. Cumhuriyetin kuruluşunda arkasındaki Anadolu coğrafyası bir çok endemik bitkinin anavatanıdır. Ancak halen yabancıların yaptığı bilimsel çalışmaların ötesine geçemedik. Nohut, mercimek bitkilerinin gen kaynağı ülkemizden binlerce kilometre uzaklıktaki Kanada ve Avustralya’ya götürülerek, oraların koşullarına göre ıslah edildi ve şimdi bu ülkelerden baklagil alır duruma geldik.

Ne yapılmalı?

Kendi coğrafyamızda daha çok araştırma yaparak biyolojik gen kaynaklarımızı belirleyip bankalarını kurup koruma altına almak ilk hedefimiz olmalıdır.

Bütün tohum, damızlık ve gen kaynakları ülkemiz ekolojisine uygun şekilde geliştirilmelidir.

Ülkemizin yetiştirdiği ürünlerin kalitesi artırılmalı, ürüne ve kaliteye göre destekleme sağlanmalıdır.

Tarımda ulusal politika benimsenmeli, teknolojin bütün verileri kullanılarak topraklar etüt edilmeli, arazi kullanım planlaması yapılmalıdır.

Kırsal kalkınma, planlı olarak ülke koşullarına göre düzenlenmelidir.

Eğitim düzeyi düşük kırsal kesimdeki nüfus kırsalda bilimsel esaslara dayalı ekolojik tarım yapmak üzere bulundukları ortamda istihdam edilmelidirler.

Üreticilerin ürünlerini rahat pazarlamaları için kooperatifleşmeleri ve örgütlenmeleri sağlanmalıdır.
Toplumsal bilinç geliştirmeli, tüketici hakları ve diğer önlemler alınmalıdır. 14.12.2008»

*
Aklına sağlık hocam!...


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 20 Aralık 2008


_____________________

* Yazar Hakkında

Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi 1985 mezunu olan Prof. Dr. İbrahim Ortaş, Şanlıurfa Köy Hizmetleri Araştırma Enstitüsü’nde araştırmacı olarak çalıştı, akademik yaşamına 1987’de Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak başladı, doktora öğrenimi İngiltere’de Reading Üniversitesi’nde yaptı.

Halen Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Toprak Bölümü öğretim üyelerinden olan Prof. Ortaş’ın, bilimsel makale, kitap bölümlerine katkı yazısı ve ders notu türünde çoğu yabancı dilde yüz yirmiye yakın yayını var.

-o-o-o-
** Kaynak: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=149823

¹ köme: Tokat yöresi ile kimi Anadolu illerinde cevizli sucuğa verilen ad.
² tarhana: Yine Tokat yöresinde üzüm şırası, buğday nişastası ve bir tür ince bulgurla yapılan lokum kıvamında kışlık bir yiyecek. Tarhana, bir parmak kalınlığında baklava biçiminde kesilip buğday nişastasına belenerek saklanır, bir tabağa ince ince dilimlenerek cevizle birlikte yenir. Biz çocuklar, tarhanayı dilimlemeden ısıra ısıra yemeyi severdik.

© 2008 İK

Kaynak: www.ilgilik.net

19 Aralık 2008 Cuma

‘Türk Sözleri Defteri’?


Kaşgarlı Mahmut Bin Yaşında


Türk dili bilgini Kaşgarlı Mahmut bin yaşında... İlk dil bilginimiz sayılan Kaşkarlı Mahmut’un 1008 yılında doğduğu kabul ediliyor. O, aynı zamanda ilk sözlükbilimcimiz, ilk ansiklopedicimiz, ilk coğrafyacımız... Bu nitelemeler, verdiği yapıttan, en yaygın adıyla “Divanü Lugati’t-Türk”ten ötürü. Yirmi yıllık bir önçalışmaya dayanan sözlüğünü 25 Ocak 1072’de yazmaya başlamış, 10 Şubat 1074’te tamamlamış; yirmi iki yıllık yoğun bir çalışma... Bu bilgiler yapıtın son sayfasında yer alıyor.

Kaşgarlı Mahmut, kitabını, Türkçe’nin zenginliğini ortaya koymak, dahası, Araplar’a Türkçe öğretmek amacıyla yazmış. Divanü Lugati’t-Türk, bu özelliğiyle, Türk coğrafyası belgeseli de olmasının yanı sıra bir dil öğretimi kitabıdır da...

*
‘Kaşgarlı Mahmut’ adı ile bu sözlüğün adı konularında aklımı kurcalayan birkaç şey var. Birincisi, kimi kaynaklar, Kaşgarlı Mahmut’un adını ‘Kâşgarlı Mahmud’ olarak veriyor. ‘Mahmud’ sözcüğündeki ‘d’yi anlayabiliyorum: dilimize Arapça’dan gelen bu sözcüğün kökü bu dilde ‘medh’ (meth: övgü, övme) olduğundan Arapça’da ‘övülmüş’ anlamına gelen ‘mahmud/Mahmud’ sözcüğünün son harfi de yine bu dilde ‘dal’dır. Ancak, ‘Kaşgar’ın niye ‘Kâşgar’ biçiminde yazıldığını anlayamıyorum. Şundan ötürü anlayamıyorum: Kaşgar kenti, Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nin batısında ve ‘Kaşgar’ sözcüğü, 10’uncu yüzyıldan bu yana Arap abecesi kullanılan Uygurca’da sırasıyla kaf, he, şın, kaf, he, rı (ق ە ش ق ە ر) harfleriyle yazılıyor; dolayısıyla, bu adın dilimizde ‘Keşker’ diye yazılması/sesletilmesi doğru olmaz mı? Hadi, -‘kaf’ kalın sesletilen bir harf olduğundan- ‘Kaşkar/Kaşgar’ diyelim... ‘Kâşgar’ da ne oluyor, sormadan edemiyorum. ‘A’daki düzeltme imi ‘k’yi mi inceltiyor, ‘a’yı mı uzatıyor? Yoksa her iki görevi de birden mi yapıyor? Çık çıkabilirsen işin içinden!

İkincisine gelirsem...

Sorunum, “Divanü Lugati’t-Türk” adından, bu adın benzerlerinden kaynaklanıyor. Bu yapıtın adında bir birlik sağlayamamışız. Olacak şey mi?!... Şu listeye bir bakınız, hepsi de dolaşımda:

Divanü Lugati’t-Türk
Divanü Lügati’t-Türk
Divanü Lûgat-it-Türk
Divan-ü Lügat-it Türk
Divânü Lugâti’t Türk
Divânü Lugâti’t-Türk
Divânü Lügati't-Türk
Divân-ı Lügati’t-Türk
Divanü-Lügat-it Türk
Divan-ı Lügati’t Türk
Divan-ı Lügat-it Türk
...

Bunlar yetmezmiş gibi, bir de ‘Divan-ı Lügati Türk’ var!

Bence, burada sorunu çözecek olan anahtar sözcük ‘divan’. Bu Arapça sözcüğün akla pek gelmeyen bir anlamı da ‘defter’dir*. Sonuca ulaşmamda, Arapça “Lugati’t-Türk” tamlamasının bu dildeki harf sıralaması da ışık tutuyor: lam, gayn, elif, te // elif, lam, te, rı, kef (ل غ ا ت // ا ل ت ر ك); yani, “Lügat-ül Türk’; Türkçesi, ‘Türk Sözlüğü’ / ‘Türk Sözleri’. “Divanü Lugati’t-Türk” söz kümesin -dolayısıyla benzerlerinin- Türkçesi de “Defter - Türk Sözleri” ya da “Türk Sözleri Defteri” niye olmasın? Burada bir şeyi belirmeliyim, bu kitabın Arapça özgün adındaki ‘divan’ sözcüğü, kendinden sonra gelen tamlama biçimindeki söz kümesinyle tamlama oluşturmuyor. Niye? ‘Lügat’ sözcüğünün başında ‘el’ (ا ل ) öneki yok da ondan...

Sonuç: UNESCO’nun, 2008 yılını ‘Kaşgarlı Mahmut Yılı’ olarak duyuracak denli önemli gördüğü bir ulu kişinin adında da yapıtında da birlik sağlayamamışız. ‘Dil Atamız’ sayılan Kaşgarlı Mahmut’a layık olmak, bu birliği sağlamaktan da geçmiyor mu?

Ben, geç kalmış bir tartışmayı başlatmak amacıyla da döktüm düşüncelerimi ortaya... Yanlışlarım olması kaçınılmaz.


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 18 Aralık 2008


_________________
* divan: Ar. Makam sahibinin oturduğu minder, sedir; Divan Edebiyatı şairlerinin şiirlerini topladıkları yapıt; şiir derlemi (koleksiyonu); kurultay, meclis; yazmanlar heyeti; büro, sekretarya; mahkeme; defter, özellikle resmi karar ve hesapların yazıldığı defter; arşiv.


Kaynak: www.ilgilik.net

13 Aralık 2008 Cumartesi

“Aman Ne Güzel” Derken...


‘İnsan Genomu Projesi’nin Neresindeyiz?



“Boşanmaya yol açan gen bulundu!...”

Aman ne güzel!

Yaşlanmanın, büyümenin, alzheimer hastalığının, erkekteki asabiliğin/saldırganlığın, şişmanlığın, ..... genleri de bulunmuş... Oh oh oh!...

Gazetelerde, televizyonlarda, radyolarda bu makamda bir yığın habercik...

Bilimciler ‘İnsan Genomu Projesi’ üzerinde çalışadursun, biz insancıklar, popüler bilimin bile yanından geçmeyen magazinsel haberlerle idare ediyoruz...

İnsanlığın, pek büyük başarılardan birine daha ulaşacağı söyleniyor: insan yapısının dizgesini, düzenini ortaya çıkarma aşamasına gelinmiş.

Ancak...

Hemen her şeyde olduğu gibi bu konuda da bir ancak var; soru şu: “Bu bilgiler ne yönde kimin işine yarayacak?” ‘Kim’ sözcüğüne aklımıza gelen anlamları yükleyebiliriz... Dahası, daha da önemlisi, bu bilgilerin ne ölçüde paylaşılayacağı...

Bu sorular, yalnızca aklı eren insanların kafasında oluşmuyor; İnsan Genomu Projesi’nin önde gelen yürütücüleri de sıkıntılı: insan geni dizilimine ilişkin bilgileri gecikmeksizin halka açık veri tabanlarına aktarma ve insan genlerini toptan patentlememe konularında birbirlerine güvenmiyorlar. Oysa, aralarında ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü ile İngiliz Tıbbi Araştırmalar Konseyi’nin de yer aldığı bu ‘oyuncular’, 1996’da Bermuda’da bir araya gelerek bu konularda anlaşmışlardı. Şimdi kafalarına düşen kurt, “‘Bermuda Anlaşması’na bağlı kalınıp kalınamayacağı” sorusu...

Kurt kozasından çıkarsa ne olur?

Ebleh olmayan her insanın aklına gelebileceklerin kat kat kötüsü olur.

Yani? Bu bilgileri elinde tutan(lar) öncelikle dünyaya egemen olur.

Sonrası? Sonrası ‘yok’!...

Öyleyse? Öyleyse işe, hiç zaman yitirmeden “‘gen’ nedir, ‘genom’ nedir”le başlayıp bu sözcüklerin Türkçelerini de var ederek öncelikle ülkemizin varlığını sürdürmesi yolunda insanlığa hizmet etmeye bakmalı değil mi? Bu konuda Türkiye olarak herkeslere görev düşmüyor mu?


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 13 Aralık 2008


© 2008 İK

3 Aralık 2008 Çarşamba

İsviçre’nin Armağanı...

Bir Özür mü?


Ülkemiz ile İsviçre...

İlişkileri 1898’e dayanıyor; Osmanlı Devleti bu tarihte Cenevre’de konsolosluk açmış. İki yıl sonra bu temsili elçilik düzeyine çıkarmış, 1915’te de bu elçilik Bern’e kaydırılmış...

Cumhuriyet dönemine gelince... Önce 19 Eylül 1925’te bir dostluk antlaşması, ardından da düzeyleri gittikçe yükseltilen karşılıklı temsilcilikler... İsviçre ülkemizdeki ilk büyükelçiliğini 1928 yılında açmış.

Öte yandan, ülkemizin, Misakımilli hedeflerine büyük ölçüde ulaşmış olarak uluslararası topluma bağımsız ve eşit haklara sahip bir devlet kimliğiyle kabul edilmesini sağlayan antlaşma, adını bu ülkenin Lozan kentinden alıyor: Lozan Antlaşması...

17 Şubat 1926 tarihli ilk medeni kanunumuz ‘Türk Kanunu Medenisi’nin düzenlenmesinde İsviçre’ninkinden yararlanmışız.

Bu ülkede, 110 binden çok Türk yaşıyor. Türkler, İsviçre’de yerleşmiş yabancılar arasında yüzde beşle 5’inci sırada.

İşte bu İsviçre, 80’li yılların başından beri Lozan Antlaşması törenlerinin yapılmasına çeşitli engeller çıkarmakta. Ulusal Meclisi’nin 2002’de kabul ettiği “1915 Ermeni Soykırımının Tanınması” başlıklı bildiriye dayanarak “Ermeni soykırımı yoktur” demeyi suç sayıyor.

Ve...




İsviçre'den...(Kaynak: nethaber.com)

İsviçre (İsviçre Konfederasyonu) Başkanı Pascal Couchepin, geçen ay Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün konuğu olarak ülkemize resmi bir ziyarette bulundu. Ziyaret, İsviçre’nin ülkemizde temsil edilişinin 80. yıldönümüne rastlaması dolayısıyla özel bir önem, anlam taşıyordu. Ve İsviçre Başkanı Couchepin, iki ülke arasında devlet başkanları düzeyinde gerçekleştirilen bu ilk ziyareti çok çok özel bir armağanla renklendirmek istemiş olmalı, bize armağan olarak Lozan Antlaşması'nın imzalandığı masayı getirmişti. Bu tarihsel masa, Antlaşma’nın imzalandığı Rumine Sarayı’nın deposunda korunmaktaydı.
*
Düşünmeden edemiyorum: İsviçre Başkanı Pascal Couchepin’in bu anlamlı armağanı bir özür anlamı da taşıyor mu?

Öte yandan, dilerim, bu anlam yüklü masa bizde de bir depoda ‘koruma altına’ alınmaz. Benim bildiğim, şimdilik Ankara’da Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde; yakında Birinci Meclis
binasında sergilenecekmiş. Burası, Kurtuluş Savaşı Müzesi olduydu.



Lozan, 24 Temmuz 1923. (Kaynak: images.google.com)

Son olarak diyeceğim, unutulmaması gereken, Cumhuriyetimiz’in, Batılı yayılmacı sömürgenlere karşı verilen savaşla kurulmuş olduğu gerçeğidir. Lozan’da kurulan ‘masa’ da işte o savaşın özeti!


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 3 Aralık 2008





© 2008 İK