Bu Blogda Ara

24 Şubat 2009 Salı

Sıradan Bir Yıldönümü

Anılar Anılar İçinde...


Benim çocukluğumda, Erzurum’un iklimi ile Antalya’nınkinin bir olmadığını daha ilkokulun ilk yıllarında öğrenmiş olurduk; ama, yok Balkanlar üzerinden sarkan soğuktu yok Basra’dan gelen sıcak hava dalgasıydı, o günlerin koşullarında böyle şeyleri ne işitirdik ne bilirdik. Bize kadar gelen hava durumu bilgileri olsun mevsimsel haberler olsun pek enderdi.

1950’den sonra, pek çok siyasal haberin yanı sıra bu havadan-sudan haberlerin sayısı da artmıştı. Bunlardan birini hiç unutmam: 1953-54 kışıydı.. bir gün, ‘İstanbul Boğazı buz tutmuş’ haberi yayıldıydı... Radyoda söylenmiş...




Takvimlere sorarsanız kış mevsimindeyiz; ama artık ne doğru düzgün kar görebiliyoruz ne de Tuna buz parçaları getiriyor... Zaman bu bakımdan da değişti.

Bize, düzenli olarak iki gazete gelirdi; taa İstanbul’daki idarehanelerinden aboneydik. Gazetelerimiz çoğu zaman iki bazen de üç gün sonra geçerdi elimize... Samsun Postası’yla geliyordu. Turhal’da trenden alınır, yolcu otobüsüyle Tokat’a getirilirdi. Önce postaneye, oradan müvezziye, ondan da evimize... Gazetemizin bu son yolculuğunu kısaltmak için, her gün hacı bekler gibi Turhal arabasını gözler, meydanda görünür görünmez doğru postaneye koşardım. Görevliler tanırdı beni, gazetelerimizi elden verirlerdi...

Boğaz’ın buz tuttuğu haberinin aslını ancak birkaç gün sonra evcek işte bu gazetelerden öğrendiydik: olan, tam bir buzlanma değilmiş; Tuna’nın Karadeniz’e taşıdığı buz parçalarının yol açtığı yarı buzlanmaymış... Koca koca buz parçaları, Boğaz’ı kaplamış, İstanbul Limanı’na bile yayılarak ‘seyr-i sefain’i durdurmuş*.

*
Takvimlere sorarsanız kış mevsimindeyiz; ama ne doğru düzgün kar görebiliyoruz ne de Tuna buz parçaları getiriyor... Oysa, Karadeniz’e inmek için iki bin yedi yüz yetmiş dokuz kilometrelik yolu yoğun kış koşullarını yaşayarak aşıyor, diye biliriz onu. Zaman bu bakımdan da değişti.

Bugün, günlerden 24 Şubat 2009: Tuna’nın Karadeniz’e taşıdığı buz parçalarının Boğaz’ı aşıp İstanbul Limanı’na yayılarak deniz trafiğini durduruşunun 55’inci yıldönümü.


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 24 Şubat 2009


_________________
* Fotoğraf, www.turkeyforum.com alanından.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Yitip Giden Güzellikler...



Mektup


Bir zamanlar, ‘özel’inden ‘açık’ına günlük yaşamımızda önemli yeri olan bir iletişim yolumuz vardı: mektup... Artık unutulmaya yüz tuttu. “Unutuldu” demek belki daha doğru.

Öte yandan, bir yazın türü de olan ‘mektup’, -kimi yazanlarının amacı, ortaya yazınsal bir yapıt koymak olmasa da- pek çok yazarın kalem yürüttüğü bir alan olmuştur. Mektup, umalım, hiç olmazsa yazınsal alanda yaşar...

*
“Selam verdim, rüşvet değildir deyu (diye) almadılar. Hüküm gösterdim, faydasızdır deyu iltifat etmediler. Eğerçi (her ne kadar) görünürde itaat eder gibi davrandılar amma (ama) bütün sorduklarıma hâl diliyle (davranışlarıyla) karşılık verdiler.”

‘Mektup’tan söz edilecekse, giriş sözleri bence bu üç tümceden başkası olamaz. Ölümlü dünyadan XVI. Yüzyıl’ın ortalarında ayrılan Fuzuli, derdini yüce bir makama bu sözlerle başlayan yakınma mektubuyla aktarmış. Şair’in geleceğe de gönderme yaparcasına kaleme aldığı ‘Şikâyetname’si, bugünlere ‘mektup’ türünde bir düzyazı örneği olarak da gelmiş... Hiç ama hiç eskimeden...

Fuzuli anlatıyor:

“Dedim: Ey arkadaşlar, bu ne yanlış iştir, bu ne yüz asıklığıdır?

Dediler: Bizim âdetimiz böyledir.

Dedim: Benim riayetimi gerekli görmüşler ve bana tekaüt beratı vermişler ki ondan her zaman pay alam ve padişaha gönül rahatlığı ile dua kılam.

Dediler: Ey zavallı! Sana zulüm etmişler ve gidip gelme sermayesi vermişler ki, daima faydasız mücadele edesin ve uğursuz yüzler görüp sert sözler işitesin.

Dedim: Beratımın gereği niçin yerine gelmez?

Dediler: Zevaittir, husulü mümkün olmaz (Gereksiz şeylerdendir; gerçekleşmesi olanaksızdır).

Dedim: Böyle evkaf zevaidsiz olur mu? (Böylesi bağışlanmış bir şey hiç gereksiz olur mu?)

Dediler: Asitane’nin (Devlet merkezinin [Başkent’in/İstanbul’un]) masraflarından artarsa bizden kalır mı?

Dedim: Vakıf malın (malını) dilediği gibi kullanmak vebaldir (günahtır).

Dediler: Akçamız ile satın almışız, bize helaldir.

Dedim: Hesaba alsalar bu tuttuğunuz yolun fesadı bulunur (İş hesap sormaya varırsa, tuttuğunuz bu yolun kötülüğü ortaya çıkacaktır).

Dediler: Bu hesap, kıyamette sorulur.

Dedim: Dünyada dahi (da) hesap olur, haberin işitmişiz.

Dediler: Ondan dahi korkumuz yoktur, kâtipleri razı etmişiz.”


Fuzuli, Kanuni Sultan Süleyman’ın, günlüğü dokuz akçe olarak bağladığı aylığının verilmemesi üzerine Nişancı* Celâlzade Mustafa Çelebi'ye yazdığı mektubunu şu satılarla noktalamış:

“Gördüm ki sualime cevaptan başka nesne vermezler ve bu berat ile hacetim kılmağın reva görmezler, çaresiz, mücadeleyi terk ettim ve mey'us ü mahrum gûşe-i uzletime çekildim (Bana sorularımı yanıtlamaktan başka hiçbir şey vermeyeceklerini ve bu belgenin gereğini yerine getirmeyeceklerini anladım; umarsız kalıp çabalamayı bıraktım ve üzgün ve yoksun bir durumda ıssız köşeme çekildim).”

*
Fuzuli’nin onurlandırdığı yazımı, söze başlarken dile getirdiğim tümcemi yineleyerek noktalamak istiyorum: evet, bir yazın türü de olan ‘mektup’, umalım, hiç olmazsa yazınsal alanda yaşar...


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 22 Şubat 2009



________________

* Osmanlı devlet örgütünde, görevi, padişahın imzası demek olan ‘tuğra’yı çekmek olan üstgörevli. Nişancı, Osmanlı’da bugünkü bakanlar kuruluna karşı gelen divan-ı hümayunun önemli bir üyesiydi.

Not: Mektuba özlem duyan okurlarıma, daha önce denk gelmemişlerse, Selim İleri’nin 3 Haziran 2007 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan ‘Yitik Masumiyetin Ardında’ başlıklı yazısını salık veriyorum. Bağlantısı şu:
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=547287 . İK


© 2009 İK

21 Şubat 2009 Cumartesi

Akıllı Geçinenlerin Akıl Almaz Yanılgıları

Seçkinciliğe Övgü mü?



Bu sayfalarda bundan önce, XVIII. Yüzyıldan Günümüze... _ Akıllı Olmanın Bedeli başlığı altında Voltaire’in bir sözü yer aldı: “Akıllı kişilerin en büyük talihsizliği, ahmakların abuk sabukluklarıyla başa çıkmak zorunda olmalarıdır.”

Anımsayalım: Voltaire’in, Fransız Devrimi’nin tohumlarının atılmasına, aydınlanma çağının yeşermesine pek büyük katkısı olmuş.

İşte böyle bir adamın dedikleri, ilk bakışta günümüzde de geçerli bir söz, değil mi?

Ama biraz eşeleyince, düşünce özgürlüğünü de içeren insan hakları konusundaki keskin görüşleriyle tanınan bu Fransız’ın demokrasiden yana olmadığını görmedik mi? Bunu unutmayalım... Peki, ona göre en iyi yönetim biçimi neydi? Aydın tekerkliğine dayanan saltçı bir yönetim biçimi değil miydi?

Bu durumda Voltaire, “Akıllı kişilerin en büyük talihsizliği, ahmakların abuk sabukluklarıyla başa çıkmak zorunda olmalarıdır” yargısını hangi bağlamda söylemiş oluyor? Kendi yönetim anlayışı bağlamında...

Evet, Voltaire’in bu sözlerindeki gerçeklik payını da yadsıyamazdım, ama onun dile getirdiği bağlamda değil... Voltaire, kendi döneminin koşullarına uygun bir yargıda bulunmuş, o kadar... Yalnız, göz ardı da etmeyelim, onun bu yargısı, insan denen düşünen varlık var oldukça her dönemsel koşulda söylenebilecek evrensel geçerliliği olan bir yargı...

Ve hemen buradan, bir televizyon izlencesinin çekip çeviricilerinden bir hanım kızın, “Bu ne biçim demokrasi? Benim verdiğim oy ile ayaktakımının, dağdaki çobanın oyu eşit olabilir mi” sözlerine geçmek istiyorum. Doğal ya da çakma bir ‘sarışın’ olan o hanım kız, “Ayaktakımından olanlar, dağdaki çobanlar vb. ahmaktır” demek istemiş olabilir miydi? Bence evet. Ama bu hanım bile, ne baştan aşağı sarışınları aşağılama üzerine kurulmuş bir televizyon izlencesini ne de ayakta kalma pahasına bu ayıba ayıplar katan sunucusunu kınadı, kınayabildi!... İş, el üstünde tutulan bir gösteriadamı olan bu sunucuya gelince, o sözünü sakınmaz görünen hanım kızın da, aralarında yer aldığı karenin aslarının da bu konuda herkesler gibi suspus olduğuklarına şaşırıyorum. Oysa, şaşırmamam gerekir... Ne gaflet!


Görünüşe bakılırsa bizimkilerin sesi çıkmıyor, çık(aka)mayacak da... Peki, MM'nin kemikleri sızlıyor mudur?! Sızlıyordur sızlıyordur; bundan adım gibi eminim...

Son olarak, şu yargımı yinelemek istiyorum: Günümüzün seçkincileri Voltaire’in bu sözlerine sığınmasınlar; ‘seçkinci’ olmanın ayıbı onlara yetiyor da artıyor...

Yanılıyor muyum dersiniz?


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 21 Şubat 2009





© 2009 İK

20 Şubat 2009 Cuma

XVIII. Yüzyıldan Günümüze...



Akıllı Olmanın Bedeli


Fransız şair, yazar, düşünür Voltaire’in bir sözü var: Akıllı kişilerin en büyük talihsizliği, ahmakların abuk sabukluklarıyla başa çıkmak zorunda olmalarıdır (Le plus grand malheur des gens intelligentes, est d’avoir à se débrouiller des malfaisances des imbéciles). Bana göre, günümüzde de geçerli bir söz...

Asıl adı François Marie Arouet olan Voltaire, yazma serüvenine şiirle başlamış, oyunlar, düzyazılar yazmış. Düzyazıları arasında, inanılması güç, sayısı yirmi bini aşan mektupları da var... 1694 yılında geldiği dünyadan 1778’de ayrılan bu Parisli düşünürün, Fransız Devrimi’nin tohumlarının atılmasında, dolayısıyla aydınlanma çağının yeşermesinde büyük payı var.

Düşünce özgürlüğünü de içeren insan hakları konusundaki düşünceleriyle tanınan Voltaire, bu düşüncelerine ve döneminin Fransası’nın yönetim biçimini eleştirmesine karşın, yine inanılmaz bir şey, demokrasiden yana değildi. Ona göre en iyi yönetim biçimi, ‘aydın tekerkliği’ne dayanan saltçı bir yönetim biçimiydi.

“Akıllı kişilerin en büyük talihsizliği, ahmakların abuk sabukluklarıyla başa çıkmak zorunda olmalarıdır” sözlerini, onun bu yönetim anlayışının göstergelerinden biri olarak da görmeme karşın, bu sözdeki gerçeklik payını da yadsıyamam: evet, Voltaire kendi döneminin koşullarına uygun bir yargıda bulunmuş; ama bu söz, bana göre, insan var oldukça her dönemsel koşulda söylenebilecek evrensel geçerliliği olan türden...

Ve hemen şunu da eklemeliyim, günümüzün seçkincileri Voltaire’in bu sözlerine sığınmasınlar; ‘seçkinci’ olmanın ayıbı onlara yeter de artar bile...

Ne dersiniz?


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 19 Şubat 2009


© 2009 İK










19 Şubat 2009 Perşembe

Aslında...

Yok Birbirimizden Farkımız,
Farklı Olan Adlarımız

-güncel bir öykü-



Üst çapraz komşum, sağ olsun, çevrede olan bitenlerle pek ilgilenir; ilgilenmekle kalmaz, olur olmaz şeylerden üzüntü duyar. Maşallah, etrafta dertlenmeyecek şey ara ki bulasın!... Diyeceğim, durum kötü.

Dün de böyle oldu. Pazardan dönüyoruz... Önümüzde yerel seçim var ya, bizim burada, adamlar, bizim eve inen yolun başında direklerarası yapmışlar, 30 Mart sabahının çöplerini yolun tepesine asmışlar; bizimki, bunlara bakıp bakıp hüzünleniverdi. Neymiş? Bu ne ziyanlıkmış... “Ya, haklısın” falan dedim, ama pek belli, çok dokunmuş olmalı bu manzara arkadaşa, kös kös yürüyor...

On beş-yirmi adım kadar bu böyle sürdü... “Aman iyi, unuttu” demeye kalmadı gürledi: “Bunlar nasıl olur da yan yana donatma yaparlar?” Ne desem, diye düşünmeme fırsat vermeden de ikinci soruyu patlattı: “Seçim bürolarını da yan yana açmışlar... Olur mu öyle şey!?”

Sanki bütün bu şeyleri ben yapmışım gibi, komşumun beni muhatap almış bir hali vardı... Ben de, sondan başlayarak savunmaya geçtim: “Ağabey, bunlar var ya, dıştan tersinedirler de, içten yan yana giderler. Bu arada olan sana bana olur. Boş ver, ne halleri varsa görsünler...”

Bu sözlerim komşumu rahatlatmış olacak, kazasız belasız evi bulduk. Ama o yine suskun... Şen şatır birisini böyle görünce üzülüyor insan... Ayrılırken, “Bir ara gel de bir kahve içelim... Hem bak sana neler göstereceğim, hoşlanacaksın” dedim. “Bakalım” deyip merdivene yöneldi.

İşte böyle... Dedim ya, her bir şeye de dertlenir; bir türlü “Bana ne” diyemez. Benim bu üst çapraz komşumdan ‘İngiliz’ olamaz yani... Bu yüzden de zırt pırt, ‘stent’ denen şeyden taktırıyor. Vak’a-i adiyeden oldu onunkisi... Kim bilir kaç düzineye ulaştı taşıdığı o meretler; hesabını kendisi bile tutamaz oldu.

Asıl diyeceğim şu: Başbakan çıkıp bir şeyler söylüyor, ya da söylüyorum derken sürç-i lisan eyliyor, bizimki dertte... “Ağabey” diyorum, “boş ver, sana ne?” O diretiyor: bir başbakana bunlar yakışır mıymış? “E, yoruluyor; olabilir... Haliyle yani...” O, “Hayır”, diyor, “olmamalı!” “Eh, n’apayım, bul o zaman bir başkasını” diyeceğim, ama kalbini kırmak istemiyorum, suyuna gitmeye bakıyorum.

Komşum, ikindiyi kılıp indi. Baktım, iyice sakinleşmiş görünüyor... Aman ne iyi! Suyu, sütü ocağa koydum, saatin gerisaymalığını on dakikaya ayarlayıp benim bozuk para koleksiyonunu önüne serdim. Ve bu ‘koleksiyon’ lafına bizimkilerin ‘derlem’ dediğini söylemeyi de unutmadım. Böyle şeyleri sever... Ona göstermek istediğim şey, bu eski paralar içinde beni pek etkileyen tırtıklı kuruştu. Onun bir de tırtıksızını kesmişler ama, dolaşımda pek az süre kalmış...

Komşum benden sekiz yaş büyük; beni pek dinlemiyor, gözleri hazine bulmuş gibi parlamış, paraları, “Ben şunu kullandım, bunu kullandım; şununla şu kadar bilmem ne alırdık, buna yarım okka helva verirlerdi” diye sevip okşayıp, değer sırasına göre yan yana diziyordu... Tam zamanıdır, deyip, kendisine çaktırmadan ayırdığım deliklileri önüne koyuverdim: “Ağabey” dedim, “aha bu da, Başbakanımız’ın, bir vakitlerin kenef parası dediği delikli kuruş.”

Ah, demez olaydım! Sen misin bu ‘olay’ konuşmayı anımsatan!?... Aldı aldı verdi... Zor bela yatıştırdım... Bu arada haliyle süt de taştı, ortalık berbat oldu...

Asıl felaket, komşumu yatıştırma işinin yine bana düşmüş olmasıydı... Başarabildim mi? Evelallah! Nasıl mı? Yazmaya başladığım bir yazıyı okuyarak:







«Delikli Kuruş’a Övgü


1 Kuruşluğun Elde Edilemez Varlığı

Başbakanımız, geçenlerde “Geldik 6 tane sıfırın tamamını da attık mı? Ya paramızı para yaptık be... Eskiden delikli parayla tuvalete gidilirken, öyle bir hale getirdiler ki Türkiye’yi, tuvalete girmenin bedeli bir milyon oldu be... Ha, şimdi kuruşlarla tuvalete girilmeye başlandı. İşte biz buyuz; farkımız bu...” dedi ya, başmuhalif durur mu, o da “Eskiden delikli parayla ihtiyaç giderilirmiş, şimdi delikli olmayan parayla ihtiyaç gideriliyormuş. Başbakan meydanlarda bunu anlatıyor. Kendisinin durumunu gösteriyor bu” diyor.

Şimdi ne anlayacağım ben bu sözlerden? Koca bir hiç!...
Bu arada vatandaş, TL’ye dönüş yapan paramızın pek şirin olduğunu sandığım 1 kuruşluğunu daha görebilmiş bile değil. Başta kocabakkallarda çalışanlar, önüme gelene soruyorum: bu yeni paramıza sahip olmak bir yana dursun, onu gören bilen, ona dokunmuş olan bir tek Allah’ın kulu yok! Niye? Birisine sormak gerek... Bir tek ekmek alabilmek için bile yetmiş beş tanesini bir araya getirmek gerektiğinden midir acaba? Şimdilik, yalnızca bankalar ile kocabakkallardaki göstermeliklerde sergileniyor. Ama ne dokunabiliyorsun ne de bir şey... Ne demişler? “Ben paraya para der miyim para benim olmayınca...” (Attım. İK)


Ulan, diyorum, altı üstü 1 kuruş, bak ne dertlere saldı beni...

.....

Aslında birbirlerinden hiç farkı olmayanların, farkları yalnızca adlarında olanların bizleri düşürdüğü durum işte bu merkezde...»

Üst çapraz komşum biraz olsun rahatlamıştı; ağzımıza sanal da olsa bir tat getirir umuduyla kahve hazırlamaya mutfağa yöneldim. Bu kez başında duracak, taşmasına olanak tanımayacaktım. Zaten sabrım taşıyor, hiç değilse o taşmasın.

Yazımı ne zaman mı tamamlayacağım? 1 kuruşluğuma sahip olur olmaz... Yarın, bankalardan da bir sonuç alamazsam Merkez Bankası’na bir uzanayım diyorum.


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 18 Şubat 2009



© 2009 İK

16 Şubat 2009 Pazartesi

Küçük Bir Anı

Ama Benim İçin Pek Değerli...


Eksik olmasın, Edebiyaz alanının sahibi/yöneticisi saygıdeğer ağdaşım şair Bayram Leventoğlu, kendisinde de yayımlanan Mehmet Akif’ten Konuşurken... başlıklı yazıma övücü yorumda bulunmuş. Bu arada, Şubat’ın ilk haftasında aramızdan ayrılan Neriman Altındağ Tüfekçi’yi bir yazımla anacağımı bildiğini belirtmiş. Bayram Bey’in bu sözleri, Tüfekçi’yle, Tüfekçiler’le olan biricik anıma kapı açtı. Bu pek küçük ama benim için pek değerli anı da, küllenmiş nice şeyleri çağrıştırdı. Neredeyse otuz yıl geride kalmış yaşanmışlıklar bunlar...

*
Çalışma yaşamımın bir sekiz buçuk yıllık döneminde, şimdiki adı Körfez olan Yarımca’da belediye başkan yardımcısıydım... Devlet memuru olarak... 657’ye tabi yani. Bir zamanlar bu beldede, 1960 başlarından 1983’e kadar, önce kiraz şenliği olarak, sonra da kültür ve sanat şenliği olarak Belediye’nin düzenlediği dolu dolu etkinlikler yaşanırdı. Bu şenlikler şimdi de yapılıyor; ama amaçları olsun, içerikleri olsun, niteliği olsun değişmiş biçimde...

Yıl 1981. Yine bir şenlik hazırlığı içindeyiz... Ben, şenlik düzenleme ve yürütme kurullarında görevliyim; işin yazmanlığı resmen bende... Bu görev, şenliğe çağrılması tasarlanan, düşünülen sanat ve kültür insanlarıyla, kurum ya da kuruluşlarla belediye adına görüşmeler yapmayı da kapsıyor. O yıl, şenlik izlencesine, Yarımca’dan da bir şeyler katmayı kararlaştırmıştık; öneri benimdi; bir geceyi de buna ayıracaktık. Yarımca’da, belediyeye geçmezden önce bir öğretmenlik geçmişim vardı; yöredeki müzik dernekleriyle ilişkim, yakınlığım olduğundan pek çok kaynağa ulaşabilecektim. Bu arada, konservatuvar öğrencisi bir kızımız vardı, hele de onun sahneye çıkmasını pek istiyordum... Ayrıca, müzik dışından pek çok yetenekli gençleri de tanıyordum; en azından, onları tanıyan bir çevrem vardı.

Biraz öncelere gideyim:

Yıl 1979... Bir gün, belediyede, odamdayım... Yanımda rahmetli İrfan Özbakır var... Belediyemiz, Türk müziğine gönül verenlere, vereceklere bir olanak sunmuş: İnci Çayırlı, Can Etili, İrfan Özbakır’dan oluşan bir öğretim kadrosu, ileride bir konservatuvara dönüşmesi amaçlanan bu ilk adımın güçlü, değerli öncüsü olarak bizimle... Dersler yeni başlamış...

Özbakır, değerli bir ud ustamız, bestecimiz... Nazariyat, nota, solfej derslerini o veriyor; ben de, ‘eski bir defter’i açıp öğrencisi olmuşum ‘hemşehrim’in... Rahmetli, Amasyalı, ben Tokatlıyım; İzmit, İstanbul gibi anatoprağımızdan uzak ellerde hemşehri sayılmamız pek doğal... Özbakır, dersten çıkmış, İstanbul’a Adapazarı treniyle dönecek, benim odamda vakit dolduruyor; kendisine bir kahve söylemişim, bir yandan sohbet ediyoruz, bir yandan da işlerime bakıyorum... Bu arada, rahmetli, udun akort düzeneğinde yaptığı değişikliği anlatıyor, geliştirdiği ud metodundan söz ediyor...

Derken, elinde dilekçeyle odama bir hanım giriyor; dilekçeleri ben havale etmekteyim... Hanımı tanıyorum; Kirazlıyalı’dan... O yıllarda, Kirazlıyalı, belediyecilik diliyle bizim belediyenin ‘mücavir alanlar’ından* biri. Bu hanım, yaptıracağı bir inşaat dolayısıyla sık sık belediyemize gelmekte. İşi biraz karmaşık, bir türlü bitmek bilmiyor... Kirazlıyalılı hanımın müziğe meraklı bir kızı olduğunu biliyorum; geliş gidişlerinde öğrenmişim: bir keresinde, benim öğretmenlikten geldiğimi bildiğinden olacak, bana, kızım nasıl yetiştirilir, diye sormuş, ben de, konservatuvara ver, demişim. Bunlar aklıma geliyor, hemen soruyorum: kızımızın okulu nasıl gidiyor? İrfan Hoca’ya da durumu anlatıyorum... İşte, sahneye çıkmasını pek istediğim konservatuvar öğrencisi kızımız, bu çocuk...

1981 yılına döneyim: kızımız daha on sekizinde olmadığından, önce annesiyle görüştüm, isteğimizi anlatıp sahneye çıkması için aile büyüklerinin onayını aldım; sonra da, bir öğrencinin halka açık bir etkinlikte sahneye çıkıp türkü söylemesinin okulunun iznine bağlı olacağı düşüncesiyle Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’na bir resmi yazı yazıp İstanbul’un yolunu tuttum. İşlemi elden yürütmek, dahası, hemen ve mutlaka olumlu sonuçlandırmak istiyordum...

Neriman Hanım, “Bizce mahzur yok, değil mi Nida Bey”
gibilerinden bir şeyler söyleyecek, böylece, izin de çıkmış olacaktı...
(Fotoğ.
www.tmdk.itu.edu.tr alanından)

Bu konsevatuvar o tarihte Nişantaşı’ndaydı; daha sonra bir yangına kurban gidecek olan ahşap binasında... Sanıyorum, ilk binasıydı bu... Bir avludan geçip binaya girer girmez rastladığım ilk kişiye derdimi anlatmıştım, o da Bölüm Başkanı’na gitmemi söylemişti... Girdiğim odada rahmetli Nida Tüfekçi’nin karşısında buldum kendimi. Kendimi tanıtıp yazıyı sundum, gösterdiği koltuğa iliştim... Okuması biter bitmez de dileğimi bir de sözlü olarak anlatmaya başladım, tam bu sırada Neriman Hanım girdi içeriye... Hemen Nida Bey beni eşine tanıştırdı, “Bizden izin istemeye gelmiş” deyip elindeki yazıyı ona verdi. On beş saniye bile geçmemişti, rahmetli, “Tabii canım, çıksın okusun türkülerini, tecrübe olur... Bizce mahzur yok, değil mi Nida Bey” gibilerinden bir şeyler söyledi. Böylece, izin de çıkmış oldu. Pek ilgi göstermişlerdi bana...

İzin yazısı elimde, teşekkür edip ayrılmak için yeniden odaya girdiğimde ayakta konuşurlarken buldum Tüfekçiler’i. Yarımca’ya hemen dönüyor muydum? Döneceğimi söyleyince de bu kez nasıl olacağını sordular. Ben de, Karaköy’den Haydarpaşa vapuruna, sonra da Adapazarı trenine, diye yol çizgimi belirtince, biz sizi vapura bırakalım, demezler mi? Biz de çıkıyorduk zaten, diyordu Neriman Hanım... İşte bu hiç beklenmeyecek bir şeydi... Ne kadar teşekkür ettiysem, ne kadar yollarını benim için değiştirmelerinden üzüntü duyacağımı belirttiysem de niyetlerinden vazgeçiremedim. Nerede oturuyorlardı ya da ben olmasaydım nereye gideceklerdi, bunu da söylemediler... Karaköy yolculuğumuz, şenliğimize ilişkin konuşmalarla geçti. Peki, arabayı kim sürüyordu, işte bunu anımsamıyorum.

Her iki değerli insanımızı sevgiyle, saygıyla, rahmetle anıyorum.


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 15 Şubat 2009



___________________

* mücavir alan: Belediye sınırlarına komşu olup, olası gelişmesi dolayısıyla imar mevzuatı bakımından bir belediyenin denetiminde, sorumluluğunda olması gerekli görülen alan.


(www.ilgilik.net alanından)

14 Şubat 2009 Cumartesi

Gün Sevgililer Günü

Siz de Hâlâ Gereken Alışverişi Yapmadınız mı?!


Günümüzde 14 şubat günü pek çok ülkede Sevgililer Günü olarak kutlanıyor. Biz de katılmışık bu kutlamaya...

Denenlere bakılırsa, Katolik toplumlarda
Valentine diye bir din adamının anısına adanan bir bayram günüymüş evvelinde... Aziz Valentin Günü (St. Valentine’s Day)... Derken, bu Valentine sözcüğü, Batı’da, hoşlanılan kişi, sevgili anlamlarında da kullanılır olmuş; Aziz Valentin Günü ile romantik aşk arasında bir bağlantı, bir ilişki kurulmuş. Bütün bunlar, Hıristiyan toplumlardaki dinsel akımlarla bağlantılı.

Söylencelere göre, III. yüzyılın zalim yöneticilerinden Roma İmparatoru II. Claudius, aşırı ölçüde savaş ve askerlik tutkunuymuş ve her yetişmiş erkeğin ille de asker olmasını istiyor, bu işten kaytarmak isteyenlere göz açtırmıyormuş... Bu tutkuyla ne yapmış dersiniz bu zalim? Evlenmeyi yasaklamış! Gençler şaşkın... Kimse sevdiğiyle değil ‘birlikte olmak’, bir araya bile gelemez olmuş. Derken, güzelim Roma, sevgililerinden ayrı kalan, sevgilileri savaş alanlarında yitip giden tazelerin ağlayışlarıyla dolmuş. Bütün bunlar yetmezmiş gibi İmparator Efendi, ahalinin dinlerini terk edip eski ‘12 tanrılı’ inanışa dönmelerini buyurmaz mı? Bu arada, “Her kim ki Hıristiyan’la ilişkiye girer, cezası idamdır” diyerek ahaliyi can evinden vurmuş...

Durum bu merkezdeyken, Roma ikliminde ‘aziz’ diye bilinen feylesof bir âdem varmış; adı Valentinus... Gezginci vaizin teki... Gözü de pek mi pekmiş. II. Claudius da kim oluyormuş bu Valentinus için!? Başlamış mı sana İmparator’un hatalı olduğunu anlatmaya... Onunla kalsa yine iyi, ‘kul darda kalmayınca Hızır yetişmezmiş’ misali, girişmiş sevgilileri gizli gizli evlendirmeye...

......

*

Söylenceler sürüp gidiyor... Biz bakalım tarihsel duruma:

Batılılar, dönemler gelip geçtikçe dinsel özelliğini yitiren bu bayramı 1969’da dini takvimlerinden çıkardılar. Ve gele gele bugünlere gelindi... Hiç geri kalır mıyız? Dedimdi ya, bizde de kutlanır oldu. Bir bilenlerden Oray Eğin’e bakarsanız, bu iş, Hıncal Uluç marifetiyle sevgililerinden Holly namındaki hatunun hatırına giriş yaptı memlekete... Takvimler ’80 civarındaydı. Ve ahali de, tüccar taifesiyle birlik olup onu pek sevmiş olmalı, bu parasal kıvranmada dahi el üstündedir. Geliş o geliş...

*

Ben, oldum bittim bu tüketim toplumu şeylerine baş eğmem; ama bu kez, şu para darlığında “gün bugündür” deyip akşam pazarında çarşıya çıkayım, benim hatuna bir ferace bakayım, diyorum. Hani ne demişti Hacı Arif Bey o güzelim kürdili hicazkâr şarkısında:

“Muntazır teşrifine hâzır kayık;İnce yaşmakla bu cuma seyre çık...Pembe mantinden ferâce pek de şık; İnce yaşmakla bu cuma seyre çık...”

*

Söz müzikten açılınca benim kalemim durmaz. İyisi mi lafı burada kesip akşama kalmadan şu çarşı işini bitireyim. Bakarsın, esnafta mal tükenir de niyetim kursağımda kalır sonra...

Siz de hâlâ gereken alışverişi yapmadınız mı yoksa?! Hadi öyleyse, ne oturuyorsunuz, çarşıya!...


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 14 Şubat 2009




________________

Sözcükler:

mantin: a. Fr. esk. (mantille [İsp. mantilla: İspanyol kadınlarının başlarını örttükleri atkı]) Canfese benzeyen bir tür ipekli kumaş.
ferace: a. Ar. (.-.) esk. Kadınların sokakta giydikleri, mantoya benzer, arkası bol, yakasız, çoğu kez eteklere kadar uzayan üst giysisi. (Olacak şey değil ama, bu sözcük, ‘dervişlerin giydiği bir tür bol hırka’ anlamına da geliyor.)
yaşmak: a. esk. Kadınların feraceyle birlikte kullandıkları, gözleri açıkta bırakan, ince yüz örtüsü; başla birlikte yüzü, ağzı kapatan örtü.

Ek bilgi:

canfes: a. Far. Üzerinde desen bulunmayan ince dokunmuş, parlak, tok, ipekli kumaş.

(http://www.ilgilik.net/ kaynağından)



13 Şubat 2009 Cuma

Kim Ne Derse Desin...

“Bu Dünyadan Nâzım Geçti*”


Kimilerince yalnızca ünlü bir şair... Aşklarıyla, sevdalarıyla.

Kimilerince vatan haini, kimilerince yurtsever: yaşarken de öldükten sonra da yerin dibine batırılan ya da yere göğe sığdırılamayan...

Adı Nâzım Hikmet. Onu ‘Nâzım Hikmet’ yapan, kim ne derse desin, ‘halkın şairi’ olması... Ve sözcüklerin efendisi.

Dünyamıza yüz altı yıl önce bugün doğmuş, ’63’ün 3 Haziranı’nda ölümsüzlük âlemine göçmüştü.

*

Daha önce bir yazımda** dile getirmiştim, bence, sanatçının ortaya koyduğu yapıta, yalnızca ve yalnızca sanatsal değeri açısından bakmalı. Öteden beri bu görüşümden ödün vermemiş, örneğin, şairlerimizden Fuzuli’ye de, Nef’i’ye, Mehmet Akif’e, Tevfik Fikret’e, Necip Fazıl’a, Yahya Kemal’e, Nâzım’a, Orhan Veli’ye, Attila İlhan’a, ...’e de hep bu gözle bakmışımdır.


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 10 Şubat 2009


_________________

* Nâzım Hikmet'in yakın dostu gazeteci yazar Vâlâ Nurettin’in anı kitabı.
** http://inalkgo.spaces.live.com/blog/cns!BF1F4A241644AE52!172.entry?sa=331474652
- Meraklısı için: www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=59041




© 2009 İK

(www.ilgilik.net alanından)





Seçimin Gögesindeki Bütçeyle...


IMF Kapısında


ABD kaynaklı uluslararası parasal bunalım gelip başköşeye oturmuş... Her durumda bağırıp çağırmasıyla ünlü odalar erkânı yine feryad ü figan... Ahali, kadınlı erkekli ‘ayakları yere basan’ birer eş bulma umuduyla evlendirme izlencelerine üşüşmüş... Bu arada IMF manzaraları: Hükümet, IMF kapısına varmış... Seçimin gölgesinde oluşturulan bütçenin ağırlığı görüşmelerin üzerine çökmüş... Adamlar, “% 4’lük büyümeyi hele bir sıfıra çek, ondan sonra görüşürüz” diyor... Bizimkiler IMF’ye dikleniyor görünümü vermekte... “Anlaşırlarsa anlaşırız, anlaşmazlarsa kendi kaynaklarımızla yola devam ederiz” havaları... Muhalefetçiler, “Bak gördün mü, anlaşamadılar” diye bayram etmekte... Bütçe açığı almış başını gidiyor... Seçim rüzgârı eksi rakamları şişirdikçe şişiriyor... Yetkili yerli ağızlarda bile bütçenin gözden geçirilmesi gerektiği sözleri dolaşmaya başlamış... Tam da bu ‘sıradan’ günlerde Maliyenin başı, -Allah şifalar versin- ABD’lerde...

*
‘Son tahlilde’, -bu laf her ne demekse- durum vaziyet ile manzara-i umumiye bu... Akşam olsa da Aşk-ı Memnu’ya dalsak... Bir de TV’deki herif her defasında ‘a’ harfini kısacık sesleterek Halit Ziya’nın kemiklerini sızlatmasa, değme keyfine...


İnal Karagöoğlu
Yarımca, 12 Şubat 2009

“‘Malltepe’ Kimin Buluşu?”

Bunun Yanıtını Kim Verecek?


“Dil bilinci yoksulluğunun, aymazlığın böylesine ne denir?” Dil Derneği’nin ilk sorusu bu...

9 Şubat tarihli duyuruyu aşağıya alıyorum:

“Bıkıp yorulmadan yazıyoruz; sesleniyoruz; uyarıyoruz!

Anamalcı anlayış için dilin, dil bilincinin hiç mi hiç önemi yok!

Birbiri ardına dikilen süslü, görkemli yapılar çoğalıyor; süslü, görkemli yapı çokluğu bu yapıları diken anamalcı anlayışın varsıllığının değil, bilinç yoksulluğunun simgesidir!

Yalnız Ankara’da değil ülkenin dört bir köşesinde adı yabancı işyerlerinin açılışını yapan, bu adları onaylayan, bu adlandırma biçimini doğru bulan herkesi, her kurumu kınıyoruz!

Önce ‘Ankamall’ çıktı karşımıza; başkentin adı Ankara’yı bozarak bir yabancı sözcükle bileştiren anlayışa tepki gösterdik, bu alışveriş merkezinin açılışını yapan ‘devlet büyükleri’nin tepkisizliğini anlamakta zorlandık.

Şimdi de MALLTEPE PARK ALIŞVERİŞ MERKEZİ…

Maltepe’yi MALLTEPE yazanları kınıyoruz!

Maltepe Camisi’nin hemen ardına, Ankara’nın en işlek yerleşim alanı olan Maltepe’nin adını, MALLTEPE yazmak ne büyük bir buluş; bu buluşun sahibi kim? Bu ne cesaret?

MALLTEPE’yi nasıl okuyacağız? ‘Moltepe’ diye mi?

Maltepe’nin MALLTEPE olarak yazılması, salt dil bilinci yoksulluğu da değil, ortak dilimiz Türkçeye bilerek ya da bilmeden yapılan saldırıdır!

Dikkat edilirse Türkçeye saldırının boyutları işyeri ve ürün adlarıyla sinsice yoğunlaştırılmaktadır! Ankara’nın değişik yerlerine ‘Mall’ları kakalama çabası, hangi sağlıklı aklın ürünüdür; açıklama bekliyoruz? Dahası bu saçma adlandırmayı yapanların başkentlilerden özür dilemesini istiyoruz!

Yurttaşlık bilincimiz, dilimize yönelik bu tür saldırıları yoğunlaştıranlara karşı başka bir dil kullanmamızı engelliyor; çünkü biz ortak dilin, yurttaşları birbirine yaklaştıracak olan en önemli araç olduğuna inanıyoruz. Bu duygularla öfkemizi akılcı tepkiye dönüştürerek seslenme gereksinimi duyuyoruz!

Yeter artık; dil bilincimizi köreltme çabalarınızda çizgiyi çoktan aştınız! Yeter artık!”

*

Dil Derneği’nin ikinci bir sorusu daha var: “‘Malltepe’ kimin buluşu?”

Bana göre, bu ikinci sorunun yanıtını bilse bilse İller Bankası bilir... Niye, derseniz, aranan yanıt büyük olasılıkla İller Bankası’nın içindedir/içerisindedir de ondan. Bu Maltepe malllığının yaratıcısı/sahibi bu kuruluş; bilmeyen varsa öğrenmiş olsun.

Ama hemen söyleyeyim, bu bankanın başı ya da başaltıları susma haklarını kullanıp yanıt vermeyebilirler. Neden öyle yapabilirler? Devlet memurlarının beyanat verme yasağına uyabileceklerinden ötürü... O zaman, doooğruca Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’na!... “Bu yolculuk da niye” derseniz, İller Bankası bu bakanlığın bağlısıdır da ondan...

Bu adrese cismen gitmeye de gerek yok; aşağıda verdiğim yoldan ulaşmak pek kolay olsa gerek. Hem de en tepe noktaya...

Bu arada bir şey söylemek istiyorum: İller Bankası her ne kadar genelağdaki yerinde Malltepe Park Alışveriş ve Eğlence Merkezi’ne ilişkin sayısal bilgiler vermişse de, bu ‘görkemli’ ad dolayısıyla mensupları arasında dilbilincine sahip olanların sayısını vermemiş... Onu da en alta ben ekledim:

Malltepe Park Alışveriş ve Eğlence Merkezi’ne İlişkin Bilgiler

İhale tarihi: 1.7.2005
Açılış tarihi: 14.10.2008
Arsanın yüzölçümü: 14.230 m²
Yapı alanı: 39.950 m²
Mağaza sayısı: 95
Sinema salonu sayısı: 4
Otopark: 700 araçlık
Kat sayısı: 6
Yapım maliyeti: 40 milyon YTL
Dilbilincine sahip olanlar: 0 (yazıyla ‘sıfır’)

*

Son olarak, açılalı neredeyse dört ay olan bu yerden şimdiye dek nasıl oldu da habersiz kaldık, işte bunu anlayamadığımı belirtmeliyim.


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 11 Şubat 2009


____________

DD’nin ikinci sorusunun yanıtını almak için izlenecek yol:
http://www.faruknafizozak.com.tr/ ’den girip sağdan
http://www.faruknafizozak.com.tr/home.php?Sayfa=gorusoneri ’ye sapılacak.

Ayrıca,
http://www.bayindirlik.gov.tr/turkce/bakanlikbasin.php?ID=319 ile
http://www.faruknafizozak.com.tr/home.php?Sayfa=faaliyetdetay&Id=165 ’e bakılacak.

(www.ilgilik.net kaynağından)

10 Şubat 2009 Salı

Toprağına Sahip Çık!



Ama Nasıl?


Türkiye Büyük Millet Meclisi, geçen Perşembe günü, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine Yönelik Kyoto Protokolüne Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair Kanun adında bir yasa çıkardıydı. Bu 3 maddelik yasanın tarihi 5 Şubat 2009, numarası da 5836. Şu rastlantıya bakın, 15 Ocak’ta da Tapu Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun adlı bir yasa çıkmıştı yüce Meclis’ten; onun numarası da 5831... Neredeyse art arda olan iki yasa... Ama ne yazık, birbirleriyle uyumlu değiller bana göre. Birincisi, bir talana kapı aralar nitelikte, ikincisi, dünyayı korumaya yönelik... İyi de, bu ülke bu dünyanın bir parçası değil mi?

Tek bir tesellim var, yeni hüküm eskisini bozar: diyeceğim, 5836, 5831’in önüne taş koyar. Dilerim, yanılmam.

Bu vesileyle, TEMA Vakfı ’nın 5831’e ilişkin 31 Ocak 2009 tarihli epostasını alıyorum buraya:

«5831 SAYILI KANUN SONRASI ORMANLARIMIZ ve 2B SORUNUNDA GELİNEN NOKTA

1. 5831 Sayılı Tapu Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 15.01.2009 tarihinde TBMM'de kabul edilmiş ve 26.01.2009 tarihinde de Cumhurbaşkanı'nca onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Toplam 11 maddeden oluşan bu kanunun uygulama ile ilgili iki maddesi çıkartıldığında geriye kalan dokuz maddenin sadece bir maddesi Tapu Kanunu ile ilgili olup, diğerleri ise dört madde ile Orman Kanunu ve ikişer madde ile de Kadastro ve Harçlar Kanunu ile ilgili düzenlemelerdir. Görülmektedir ki aslında bu; Orman Kanunu ve Kadastro Kanununda yapılan bir düzenleme olup Kanunun adı ile içerik ve amacı birbiriyle uyumlu değildir. Bu husus, kanun yapma (kodifikasyon) sistemine uygun değildir. Doğrusu Kanunun amacının adında yer almasıdır. Kanuna yöneltilecek şekli, ama ilk eleştiri budur.

2. Kanunun 2. maddesinde yer alan, 6831 sayılı Orman Kanununun 7. maddesine yapılan; "Ancak, henüz orman kadastrosuna başlanılmamış yerlerde, 3402 sayılı Kadastro Kanunu hükümlerine göre belirlenen orman sınırı, orman kadastro komisyonunca belirlenen orman sınırı niteliğini kazanır." eklemesi kesinlikle Orman Kanununa ve Anayasanın 169. maddesine uygun değildir. Bu düzenleme ile fiilen Orman Kadastro Komisyonları işlevsiz hale getirilmekte, ormanların; uzmanlığı orman olmayan kişilerce belirlenmesine yol açılarak orman varlığının azalmasına sebep olabilecektir.

3. 5831 Sayılı Kanunun 3. maddesi ile Orman Kanununun 9. maddesine; "3402 sayılı Kadastro Kanununa göre kadastrosuna başlanan çalışma alanlarında evvelce kesinleşmiş olan orman haritalarının kontrolü sonucunda tespit edilecek hesaplamalardan kaynaklanan yüzölçümü hataları 3402 sayılı Kanunun 4 üncü maddesine göre oluşan kadastro ekibince düzeltilir. Diğer vasıf ve mülkiyet değişikliği dışında kalan aplikasyon, ölçü ve çizimden kaynaklanan yüzölçümü ve fenni hatalar ise kadastro müdürlüğünce mahalli orman kuruluşuna bildirilir. Bildirim tarihinden itibaren onbeş günlük süre içerisinde orman kadastro komisyonu görevlendirilir." şeklinde yapılan düzenleme ile orman kadastrosundaki muhtelif hataların düzeltilmesi hedeflenmiştir. Burada iki tarafı keskin bir kılıç vardır. Bu kılıcın ormanlar lehine mi, yoksa aleyhine mi işleyeceği belirsizdir. Özellikle bu eklenen maddenin birinci cümlesi kesinlemiş orman haritalarındaki yüzölçümü hatalarının düzeltilmesini kadastro komisyonlarına bırakması oldukça risklidir. Bu tip yanlışlıkların düzeltilmesi mutlaka orman kadastro komisyonları tarafından yapılmalıdır. Çünkü mutlaka uzmanlığın gerekeceği bir düzeltmedir.

4. Orman Kanunun 45. maddesinde yapılan değişiklikle eskiden orman kadastro komisyonlarının yapmış olduğu kadastro çalışması bundan böyle genel kadastro ekiplerince yapılacaktır. Ayrıca benzer şekilde Kanunun 9. maddesinde yapılan bir düzenleme ile 3402 sayılı Kadastro Kanununa Geçici 7. madde eklenerek orman kadastro komisyonlarınca başlanılmış orman kadastrosu faaliyetlerinin tamamlatılması görevi de yine genel kadastro komisyonlarına bırakılmaktadır. Bu, yukarıda 2. maddede açıkladığımız gibi orman kadastrosunun bütünüyle etkisizleştirilmesi ve işlevsizleştirilmesi sonucunu doğuracaktır. Elbette ki bunun ormanların lehine olduğunu söylemek mümkün değildir.

5. 5831 Sayılı Kanunun 8. maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanununa getirilen Ek Madde 4'ün 1. fıkrası aynen aşağıya alınmıştır:

"6831 sayılı Orman Kanununun 20/6/1973 tarihli ve 1744 sayılı Kanunla değişik 2 nci maddesi ile 23/9/1983 tarihli ve 2896 sayılı, 5/6/1986 tarihli ve 3302 sayılı kanunlarla değişik 2 nci maddesinin (B) bendine göre orman kadastro komisyonlarınca Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerler, fiili kullanım durumları dikkate alınmak ve varsa üzerindeki muhdesatın kime veya kimlere ait olduğu ve kim veya kimler tarafından ne zamandan beri kullanıldığı kadastro tutanağının beyanlar hanesinde gösterilmek suretiyle, bu Kanunun 11 inci maddesinde belirtilen askı ilanı hariç diğer ilanlar yapılmaksızın öncelikle kadastrosu yapılarak Hazine adına tescil edilir."
Bu madde içerisinde geçen "fiili kullanım durumunda olanlar" hepimizin bildiği gibi "orman işgalcileri"dir. Orman Kanununa göre işgal bir suçtur. Suç işlemiş kişileri kadastro tutanağının beyanlar hanesine yazmak, suç işleyen kişileri hem ödüllendirmek, hem suç vasfını ortadan kaldırmak ve hem de yeni suçları teşvik etmekten başka bir işe yaraması düşünülemez. Bu madde açıkça orman varlığını azaltıcı nitelikte olduğundan Anayasanın 169. maddesine aykırıdır.

6. 5831 Sayılı Kanunun 8. maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanununa getirilen Ek Madde 4'ün 2. fıkrası aynen aşağıya alınmıştır:
"Bu maddeye göre yapılacak kadastro çalışmaları ikinci kadastro sayılmaz."Orman hukukunda kadastrosu yapılmış yerlerde ikinci kadastro men edilmiştir. Bu Kanun ile, yine bu Kanun gereği yapılacak olan uygulamanın ikinci kez kadastro çalışması sayılmayacağı şeklinde bir kanun hükmü oluşturulması, kişiye veya belli bir zümreye mahsus yasal düzenleme oluşturmak anlamındadır. Bu, Anayasamızın 2. maddesindeki "Hukuk Devleti" ve 10. maddesindeki "kanun önünde eşitlik" ilkesine açıkça aykırıdır.

7. 5831 Sayılı Kanunun 8. maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanununa getirilen Ek Madde 4'ün 4. fıkrası aynen aşağıya alınmıştır:

"Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerler, daha öncesi tescil edilmiş olduğuna bakılmaksızın Maliye Bakanlığının talebi üzerine, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünce fiili kullanım durumları dikkate alınmak suretiyle ifraz ve/veya tevhit de yapılabilir. Bu işlemler sırasında, orman ve kadastro haritalarında tespit edilen fenni hatalar, yukarıdaki üçüncü fıkrada belirtilen usul ve esaslara göre düzeltilir."

Burada 5. maddede açıkladığımız hususlardan kadastro tutanaklarının beyanlar hanesine fiili kullanıcıların adının yazılması hukuksuzluğu bir adım öteye daha taşınarak fiili kullanım durumlarına göre "ifraz ve/veya tevhit" de yapılabileceği düzenlenmiştir. Bu, fiili işgalcilerin işgal ettikleri alanları tapu parseline çevirme işlemidir. Yine 5. maddede açıkladığımız gibi orman varlığını azaltıcı mahiyetteki değişiklik kesinlikle Anayasanın 169. maddesine aykırıdır. Bu fıkrada orman ve kadastro haritalarında tespit edilen fenni hataların da bu esaslara göre düzeltileceği hükme bağlanmıştır. Aynı gerekçeyle bu düzenleme de Anayasaya aykırıdır. Üstelik bu işlemler daha önceki tescil durumları hiçe sayılarak yapılacaktır. Devlet dediğimiz varlığın temel işlevlerinden birisi olan tapu sisteminin ve güvencesinin bu hükümle tartışılır hale getirilmesi son derece sakıncalıdır.

8. 5831 Sayılı Kanunun 8. maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanununa getirilen Ek Madde 4'ün 5. fıkrası aynen aşağıya alınmıştır:
"Bu madde kapsamındaki kadastro, ifraz ve tescil işlemleri, 3194 sayılı İmar Kanunu ile 3/7/2005 tarihli ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunundaki kısıtlamalara tabi olmaksızın yapılır."

Görüleceği üzere kadastro, ifraz ve tescil işlemlerinde İmar hukuku ve toprak koruma hukukunun geçersiz kılınması, açıkça yapılan bu düzenlemelerin plan hukukunun dışında tutulması demektir. Bu madde; bir yönüyle toprak mülkiyetini düzenleyen 44. ve tarım ve mera hukukunu düzenleyen 45. maddesine aykırılık teşkil ederken, diğer yandan da Anayasamızın planlama ile ilgili 166. maddesine aykırıdır.

Sonuç olarak; 5831 sayılı Kanun 2B olarak tanınan sözde orman vasfını kaybetmiş, gerçekte ise kaybettirilmiş ama hala orman hukuku ve rejimi altında olan orman arazilerinin satışını kolaylaştırmak için yapılmış bir düzenlemedir. Elbette bu Kanun bir satış kanunu değildir, ama arkasından gelecek ve açıkça Anayasaya aykırı olarak satışı içerecek olan Kanunun uygulamasına zaman ve imkan kazandırmak için çıkartılmıştır. Bu Kanun; Anayasanın 2 (Hukuk Devleti), 10 (kanun önünde eşitlik), 44 (toprak mülkiyeti), 45 (tarım ve meraların korunması), 166 (planlama) ve 169uncu (ormanların korunması) maddelerine açıkça aykırıdır.»

2/B Alanları Satılmasın!...

TEMA Vakfı’nın savsözü bu. Hem yurtsever hem de dünya insanı olmak, birtakım sorumluluklar getiriyor insanlara. Bana göre, bunlardan biri de sivil toplum kuruluşları içinde yer almak, en azından onları desteklemek. TEMA Vakfı, 2/B kapsamındaki orman alanlarının satılmaması için imza topluyor. Bu girişime, http://www.tema.org.tr/2B/ bağlantısından destek olunuyor. Bu yazımı buraya yapıştırdığım sırada, imza verenler 1.286.793’e ulaşmıştı.


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 10 Şubat 2009


© 2009 İK
(www.ilgilik.net kaynağından yararlanılmıştır)

7 Şubat 2009 Cumartesi

Kyoto Protokolü’ne Katılıyoruz

Protokol, İklim Değişikliği Konusunda Tek Çerçeve


İklim değişikliğiyle savaşım konusunda bir çerçeve anlaşma olan Kyoto Protokolü’ne ülkemiz de katılacak. Konuya ilişkin yasa tasarısı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin geçen günkü toplantısında kabul edildi.

Kabul edilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine Yönelik Kyoto Protokolüne Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair Kanun adlı yasanın gerekçesinde, Türkiye’nin, iklim değişikliğiyle savaşım konusunda uluslararası toplumla birlikte hareket etmekte olduğu belirtiliyor.

Ülkemiz, iklim değişikliği konusunda ilk uluslararası adım olan 1992 tarihli Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni 2004 yılında imzalamıştı. Bu sözleşmenin 1995’te Berlin’de düzenlenen 1. Taraflar Konferansı’nda, sera etkisi yapan gazların salımının 2000 yılından başlayarak belirli zaman dilimlerinde nicelik bakımdan azaltılması, buna ek olarak, bu salımın sınırlandırılması konusunda yöntemler ile önlemlerin belirlenmesine yönelik bir süreç başlatılmıştı. 1997’de Japonya’nın Kyoto kentinde toplanan 3. Taraflar Konferansı’nda da bu sürecin ilk sonucu olarak Kyoto Protokolü adlı belge üzerinde anlaşmaya varıldı. Kyoto Protokolü, iklim değişikliği konusunda uluslararası tek çerçeve.

Bugün için 177 ülke ile AB’nin katılmış olduğu Kyoto Protokolü’nün ilk yükümlülük dönemi 2012 yılında sona erecek.

Bu protokole katılımın ülkemize sağlayacağı yararlar özetle söyle sıralanıyor:

- Dünyamızın başta gelen sorunlarından biri olan iklim değişikliği konusundaki savaşımda kararlılığımız ortaya konarak Türkiye’nin, uluslararası toplumun güvenilir bir üyesi olduğu gösterilmiş oluyor;

- 2012 yılından sonrasına ilişkin görüşmelerde ülkemizin ağırlığı artacak; böylece, iklim değişikliğiyle savaşım konusunda bu yıldan sonraya ilişkin düzenlemelerde ülkemiz, kendine özgü koşulları görüşmede daha güçlü olacak;

- Ülkemizde bu protokolün belirlediği düzenlemelere uyulacağından, özel kesim, sera gazı salımını azaltma konusundaki tasarılara daha kolay özendirilebilecek, bu alanda istek yaratılabilecek; böylece, özellikle uzun vadede başta enerji güvenliği olmak üzere ülke ekonomisine katkı sağlanabilecek;

- Bu protokol, aynı zamanda AB çevre edinçlerinin bir parçasıdır; dolayısıyla, AB, onun yerini alacak yeni bir anlaşmayı da edinçleri arasına katacaktır; sonuç olarak, ülkemiz, 2012’den sonraki dönemi önemseyen AB’nin isteği doğrultusunda bu protokolün katılımcısı olarak geleceğe yönelik hazırlıklara bir an önce başlamış olacaktır; bu durum ülkemize, iklim değişikliğiyle savaşım konusunda AB’ye uyum bağlamında, Kyoto Protokolü’ne katılmış bir ülke olması dolayısıyla AB’yle işbirliğini geliştirme açısından olanaklar sağlayacak.

*

Konu, ‘bir haber’ olarak geçiştirilecek türden değil! Yayılmacılar, insanların başına açtıkları belalar yetmezmiş gibi, bir de gezegenimizin ikliminin canına okudular... Şimdi de bakıyoruz, bu başsuçlular, işlerine gelmediğinde tanımadıkları, dahası, kaba güç gösterileriyle işlevsizleştirdikleri ‘Birleşmiş Milletler’ denen kuklayı arkalarına alarak dünyayı kurtarmaya soyunmuşlar... Hiçbir hesap ödemeden...

Biz de tutmuş, ...


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 7 Şubat 2009

4 Şubat 2009 Çarşamba

Amerikanlar’ın Kısaltmaları Çoktur


Ya Bizim?



Son yıllarda dilimizde yığınla kısaltma oldu. AT, AET, AB, ÖSYM, ÖSS, ÖSYS, KPSS, DPY, DPY-2, MİT, MDHP, ... Saymakla tükenmez... Bu arada benim kız, yeni ders yılıyla birlikte SBS’lerle, OKS’yle bozdu, onu da söylemiş olayım. Torun biraz üzüyor da...

Bunlar yine iyi: sorup öğrenebiliyorsun en azından.

Biraz dışarıya bakakalım. Her dilde böyle şeyler var... İşin terazisinin bozulduğu yer ise, ABD diyarıdır. Bu kısaltmacılığın kökü Amerika’dadır, demek yanlış olmaz. Amerikan yayılmacılığının etkili yollarından biri de kısaltmalardır (acronyms) da ondan. Hem ‘Amerikanca’ diye çakma bir dil yap, sonra da dünyaya egemen ol. Paranın önlenemeyen gücü...
Bu Yankeeler her bir şeye kısaltma uydururlar. Örneğin, dünyanın canına okudukları yetmezmiş gibi, geçen ayın son günlerinde Davos’u şenlendiren CEO taifesi... Sen, onu ‘Chief Executive Officer’ demek sanırsın; ama sandığınla kalırsın... Bunun şimdilik kırk dokuz türü var! İşte birkaçı:

- Yeşiller’densen, ‘Centre for Earth Observation’ demeye geliyor; - Eğitimci misin, ‘Chief Education Officer’den başkası olamaz;- Yok, ben mühendisim, mi diyorsun, o zaman bu harflerden ‘Change Engineering Order’ı ya da ‘Chief Engineering Officer’ı anlayacaksın; - Diyelim, “Adamın teki haham oldu, bari ben de rahip olayım” deyip Katoliklik’e soyundun; doooğru Catholic Education Office’e... Ya da, Amerika’da başa güreşiyor diye Evangelical Kilisesi’ne üye oldun; o zaman da, ‘Chief Evangelical Officer’ anlayayacaksın bu kısaltmadan... vb. vb....
Şimdi şöyle diyen çıkabilir: Dil, adamın dili, ne halt ederse etsin, sana ne? Sen Türkçene bak! E ben de zaten ona bakıyorum: ve başköşelerde ahkâm kesen onca bilici takımı, ağızlarında beşer onar Amerikanca kısaltma, ekonomi konuşuyorlar, dışsiyaset yazıyorlar, geziciliğimizin gidişinden söz ediyorlar, modaki son ‘trendler’den dem vuruyorlar, parasal darboğazı ‘masaya yatırıyorlar’, sanattan anlatıyorlar, üretim, yatırım, taze para, yabancı yatırımcı, özelleştirme, aşk meşk, şu bu diyorlar... ‘Tam da bu noktada’ bu muhteremlerin bizleri aydınlatma faaliyetlerinde dilimiz geeerçekten ama geerçekten yetersiz kalıyor. Neden? Bizde kısaltma sayısı pek pek az... Ne yapsınlar yani? Açık açık anlatmaya vakitleri mi var?!... Ama ne oluyor? Bu birbirinden değerli konuşmaların, yazıların, biz sıradan insanları aydınlatması olanaksız oluyor. Böylece de bu muhteremlerin değeri beş buçuk kat daha artıyor.
İşin aslına bakarsak, bu bir Amerikan yöntemidir. Bir konuşmada olsun yazıda olsun, bol bol kısaltma kullanırlar. Böylece, ortalığı bulandırmaları kolaylaşır. ‘Artı’, anlayanların anlamayanlara egemen olmaları sağlanmış olur.


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 3 Şubat 2009



(www.ilgilik.net kaynağından)

2 Şubat 2009 Pazartesi

Moderatör Dediğin?

Altı Üstü 4’üncü Kademeden Bir Görevli


Genelağdan yararlanmanın yaygınlaşmasıyla yabancı kaynaklardan gelen sözcüklerden biri de moderatör. , sanal yazı alanlarını yönetenlerden biridir. Bunların bir takımı da, orada burada canlı toplantıları yönetirler. Bu moderatörlerden biri Davos'ta boyundan büyük işe kalkıştı da neler oldu dört gün önce... Aşağıdaki yazı, 'moderatör' sözcüğü bağlamında aklıma üşüşenleri ortaya döküyor.


Genelağdan yararlanmanın yaygınlaşmasıyla dilimize yabancı kaynaklardan gelen sözcüklerde artışlar oldu. Bunların bir bölümü de doğrudan genelağdaki işlemlerle, işlerle ilgili. Bir ‘internet cafe’ye dalan yeniyetmenin bile bu sözcüklerle karşılaşmaması olanaksız; iş, girdiği yerin adıyla başlıyor zaten...

Bugün bu sayfaya işte bunlardan birkaçını taşımak istiyorum.

Bunlar aynı aileden... Bir ufaklığın peşine takılmışlar, üç-dört gündür aklımı kurcalayıp duruyorlar... Ufaklık dediğim, Saygıdeğer Başbakanımız’ı Davos denen yerde çileden çıkaran moderatörcük... Moderatörlerin bir takımının da, orada burada canlı toplantı yönetmek gibi görevleri oluyor. Bunlardan biri boyundan büyük işe kalkıştı da neler oldu dört gün önce.

Bu aile, ağabalarından başlayarak aşağıya doğru şu tiplerden oluşuyor: webmaster, admin, co-admin, super moderator, moderator, user, guest. ‘Guest’i, internete bulaşmadan önce de bilirdik; Amerikan filmlerinin olmazsa olmazlarındandır bu guestler: ‘Guest Star filanca’ gibilerinden... Hani, hatun ya da adam çaptan düşmüştür de, ona da ufak bir rol verilmiştir; bir-iki görünüp giderler... Bizde de ufaktan başladı böyle güzellikler. Her neyse, lafı dağıtmayayım, işte bu genelağlı aile efradından alttan yukarıya ilk ikisine ‘misafir’, ‘üye/kullanıcı’ demişik de öbürlerini öylece bırakmışık; yalnızca, ‘morerator’u ‘moderatör’, ‘super’i ‘süper’, ‘co’yu ‘yardımcı’ diye karşılanyanlarımız olmuş o kadar... ‘Admin’ efendiye, pek yakışmasa da ‘yönetici’ diyenler de var. Ancak, bu kadar lafın arasında şu ‘moderatörlük’ denen konumun baştan 4’üncü, alttan 3’üncü olduğunu ıskalamayalım. Yani, Davos gibi tepelerde olan bir yerin ilgilileri, cumhurbaşkanlarının, devlet başkanlarının, başbakanların, ... yer aldığı toplantıları yönetmek için bula bula moderatörleri mi bulabiliyorlar, anlamam(k) olanaksız!

*

Bu ‘moderatör’ lafı var ya, on dokuz ay kadar önce beni de çıldırtmıştı. Olay şuydu:

Akşam’ı açmış, anasayfaya şöyle bir göz gezdirip yazarlara geçmiştim... En tepede Serdar Turgut... Başlık çekiciydi*: Ehhh yetti artık ... Okumaya başlamıştm: “Ben Vanity Fair dergisini her ay hasretle beklerim. Çünkü bu dergide gelişmiş ülke metropollerindeki modaları, trendleri bulurum.” İlk iki tümce bunlardı. ‘Moda’ sözcüğüne haydi eyvallah da, ‘metropol’ ile ‘trend’ midemi bulandırmıştı. Beklemediği bir kroşe yemiş çaylak boksör gibi yere yığılmak üzereydim... Ama merak bu ya, kendime gelmeye çalışıp okumayı sürdürmüştüm ve birkaç satır sonra benim için dayanılmaz olmuştu güzelim yazı: “Derginin editörü Graydon Carter, gelişmiş kapitalist metropol estetiğinin etiğinin moderatörü bir insandır. ... Anladığım kadarıyla Carter bu sefer dergiyi misafir editöre teslim etmiş. Bu moda da son zamanlarda yaygınlaştı. ...” diyordu Turgut. Artık grogi durumundaydım.

Öte yandan, bilenler bilir, ‘popüler’ bir ad olan Serdar Turgut, gazeteciliğinin, köşe yazarlığının yanı sıra hem ekonomicidir hem de usta bir gülmece (mizah) yazarıdır da... İşte bu yazısı da benim açımdan, bana “eh artık, yetti gaari” dedirten bir kara mizah örneğiydi.

Sözü daha da uzatmadan asıl konuya geleyim: Panelin Başbakanımız’ı kızdıran moderatörü Washington Post’un yazarlarından David Ignatius’a buradan sesleniyorum: “Ey Ignatius, moderatör oldum, diye bak milletin başına neler açtın? Moderatör dediğin, altı üstü 4’üncü kademeden bir görevli... Panel manel gibi toplantılarda yapacağı iş de, katılımcıları yumuşatıcı, uyumlayıcı, yönlendirici bir yöneticilik. Hepsi bu... Haa, bunların dışında yerine göre ‘özel bir görev’ de verilirmiş, onu bilmem.”


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 1 Şubat 2009


______________

* Güncellenmiş bağlantı: www.aksam.com.tr/2009/02/01/yazar/4531/aksam/yazi.html

© 2009 İK

(www.ilgilik.net kaynağından)