Bu Blogda Ara

21 Aralık 2008 Pazar

“Yerli Mal Yurdun Malı”


Hiç Kimse Onu Kullanmamalı!


Yine içimi acılara boğarak gelip geçti... Ne zamandır böyle oluyor. Oysa o, çocukluğumun, sonra da öğretmenliğimin ilk birkaç yılının tatlı bir haftasıydı. ‘Yerli Malı Haftası’ derdik... Yaşı altmışa ulaştı... Yıllandıkça değerleneceğine anlamsızlaştı... Onu elbirliğiyle hurdaya çıkardık: artık eli ayağı tutmuyor... Oysa ne umutlarla doğmuştu içimize.

Yıl 1929. Dünya ekonomik bir bunalıma doğru yuvarlanmaktadır... Zamanın başbakanı İsmet Paşa, 12 Aralık günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde özünü ‘yerli üretim’in oluşturduğu bir konuşma yapıyor. Nasıl kalkınacağız? Paramız dışa akmasın diye neler yapmalıyız? Tutumluluk? Paşa, bu ana sorular üzerinde duruyor. Ve yerli mal kullanmanın gereğini anlatıyor.

Ve bu konuşmanın hemen ardından, 18 Aralık’ta Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in koruyuculuğunda ‘Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’ adıyla bir dernek kuruluyor. Amaç, yerli malları geliştirme, tutumlu yaşama, yerli malı kullanma vb. konularda kamuoyu oluşturmak.

Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nin çalışmaya başlamasıyla birlikte, ortaya konan amaçlar doğrultusunda güçlü bir seferberlik başlar. Seferberliğin önderleri Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ile Başbakan İsmet Paşa’dır: Gazi, giysileri yerli kumaştan diktirmeye başlar, konuklarına kahve ikram etmez, ... Başbakan’ın bu seferberlikle ilgili basın toplantılarında hep ıhlamurlar içilir...

Derken, ’29 Aralığı’nın 12 ve 18’inci günlerinin anısını yaşatmak için bu günleri içeren bir haftamız olduydu: Yerli Malı Haftası... Yıl 1946’ydı... 1983’te ‘Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası’ demeye başladık ona. Bu ad değişikliği, 12 Eylül sürecinin meyvesi... Ham bir meyve.

*
Yazımı, çocukluğumun Yerli Malı Haftası günlerinde bizim evde -kuşkusuz başka evlerde de- ıhlamur içildiğinden, okulda, sınıfımızda kurduğumuz kuruyemişli, kömeli¹, tarhanalı², pestilli, meyveli, kestaneli, ... sofranın evimize, evlerimize dek uzandığından ... söz ederek gözyaşlarımla ıslanmış bir özlem yazısına çevirebilirim. Öyle yapmayacağım; Prof. Dr. İbrahim Ortaş’ın* Yerli Malı Haftası ve AB Sürecinde Tarımımızın İçine Düştüğü Çıkmaz başlıklı yazısını aktaracağım**. Böylece, yazım da kuru bir ağlama duvarı olmaktan kurtulacak, bilimselliğin ağırlığını da yansıtıyor olacak. Sayın Ortaş’ın dedikleri, IMF kapısından yardım ummanın yaşam biçimine dönüştüğü, yavan ekmekte bile dışa bağımlılaştırıldığımız bir ortamda daha da önem kazanıyor, daha da derin bir anlam taşıyor:

«İlkokulda öğretmen “yerli malı haftası” çerçevesinde okula baklagil, kuru yemiş, varsa meyve getirmemizi isterdi. Her şey yerli, dışarıdan alacak paramız yok, neden öğretmen bizden yerli malı getirmemizi istiyor diye kendi kendime hep sordum. Ancak bu çelişkiyi ve anlayışın perde arkasını çok sonraları kavrayabildim. Bir tarım toplumu olan Osmanlıdan, Cumhuriyet yönetimine geçen ülkemiz 80 yıllık süreçte halen nüfusunun %35–40 arası tarımda çalışmakta, yarısına yakını da geçimini kısman de olsa tarımdan sağlamaktadır. Buna rağmen Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlıdan kalma borçlar bir yana hayatın her alanında gelişerek çağdaş bir toplum olma yolunda ilerleyen o dönemin yöneticileri bağımsızlığın önemini iyi kavramış olmalılar ki dışa bağımlılıktan uzak durmayı, bunun için kendi ayakları üzerinde durmayı birinci hedef edinmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı, sonra da Kurtuluş Savaşı deneyiminden doğan genç cumhuriyetin önderleri, ülkenin bir yandan devasa dış borç içindeki durumu, diğer yandan bütün kaynaklarının tükendiğini dikkate alarak toplumun tarıma dayalı sosyo-ekonomik yapılanmasını doğru tahlil ederek kendi yağında kavrulmayı başarı ile sürdürmüşlerdi.

O dönemde devletin içinde bulunduğu kötü ekonomik koşullar, sanayi kuruluşlarının yokluğu ve tarıma elverişli alanların çok azının ekilebilir durumda olması, ayrıca tarım tekniklerinin geriliğine rağmen öz kaynaklarına dayalı kalkınma hamleleri hedeflemişlerdi. Savaştan yorgun ancak gururla çıkan yoksul halk, her şeye rağmen yabancı mallar yerine, kendi ürettikleriyle yetinmek durumundaydı. Yerli malı haftası ilk defa Atatürk tarafından 1923 yılında İzmir İktisat Kongresinde yurdun bağımsızlığının korunması için, yerli mallar üretilmesi ve kullanılmasının önemini vurgulamasıyla başlatılmıştır. Bunu takiben Başbakan İsmet İnönü 12 Aralık 1929 tarihinde T.B.M.M.’de yaptığı konuşmada ulusal ekonominin, yerli malı kullanımının önemini ve tutumlu olmanın zorunluluğunu belirtir.

Cumhuriyet döneminde temelleri atılan, kendi kendine yeter bir toplum olma iradesi sayesinde tarıma dayalı sanayi alanında büyük gelişmeler gösterildi. Osmanlının borçları ödendi, ülke saygın bir konuma getirildi. Dönemin yöneticileri ve halkı birlik ve beraberlik ruhu içinde bağımsızlık uğruna aç ve yoksul kalmayı da göze alarak İkinci Dünya Savaşına girmeme becerisini gösterebilmiş, tabii bu arada halk da zorluklara katlanmasını anlayışla karşılamıştır. Bir bütün olarak kendi gücüne güvenmeyi, kendi kaynaklarını doğru kullanmayı benimsemişlerdir. Bunu topluma anlatabilmek için 1946 yılından itibaren okullarda her 12 Aralık’la başlayan haftayı Yerli Malı Haftası olarak kutlamaya başladılar. 12 Eylül sonrası 1983 yılında bu haftanın adı “Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası” oldu. Olmasına oldu ancak tam bu sıralarda ülke tarımının canına okunuyordu.

Bugün de aynı güzelim gelenek ve aydınlanma anlayışı aynı ruh ile devam ediyor mu bilemiyorum. Ancak geldiğimiz noktada da insanlarımızın kendi öz ürünlerini tüketmek yerine dışarıda alınan malların benimsendiği görülmektedir. Çocukluğumda kuru üzüm, pestil, kaynatılmış nohut, firik tarhana, mercimek çorbası, çökelek, koyun peyniri, tereyağı, kömbe, lahmacun ayran ile beslenirken şimdi çizel, kek, bonibom, kindersürpriz, toybox, çiklet, çikolata, kınor hazır çorbalar, hamburger, tost kola, fanta vs gibi batıda sınanma bedeli ağır olarak ödenen besinlerin tüketildiği görülmektedir. Bu tür yiyecekleri de ülkemiz insanın doğal beslenme yerine daha sağlıksız olmasına yol açacaktır. Kaldı ki batı ülkeleri bugünlerde bu tür beslenmenin toplum sağlığını bozduğunu bilimsel olarak ortaya koyarak yeni stratejiler geliştirmektedirler. Söz konusu yiyecek ürünlerinin ülkemizde tüketilme tarihi ile ülkemiz tarımının çöküşe geçiş süreci de aynı döneme rastlamaktadır.

AB Türk Tarımına Ne Dayatıyor?

Bugün girmeye çalıştığımız AB’nin Ortak Tarım Politikası çerçevesinde ülkemizin tarımda daha fazla liberal politikalar izlememizi isterken kendileri haksız rekabet ile elimizi kolumuzu bağlamaya çalışmaktadırlar. 6 Ekim 2004 tarihinde açıklanan ilerleme raporunda, Türkiye tarımının yapısal sorunları bulunduğunu ve üyeliğe kabulün tarımsal yapılanmada yapılacak iyileşmeye bağlı olduğu belirtilmektedir. Bilindiği gibi Türkiye’deki tarım işletmeleri yapısı ve üretim modeli Avrupa’dan farklı. Türkiye’nin tarım sektörünün büyüklüğü ve işleyişi AB standartlarına ve verimlilik istatistiksel değerlendirmelerine uymamaktadır. AB sürecinde tarımdaki yapısal sorunlar, tarımda çalışan 4.1 milyon tarım ailesi ve geniş tarım alanları nedeniyle tarımın kellesi istenmektedir. Tarımda çalışan nüfusun % 10’un altına çekilmesi istenmektedir. Yani milyonlarca kişinin işsiz kalması istenmektedir. Sanayi ve hizmet sektörü gelişmemiş bir ülkede bu yükü nasıl kaldırılır, çıkacak sosyal bunalımların bedelini kim öder, bunu düşünen yok!

AB ilerleme raporunda “Tarım Türkiye'nin en önemli sosyo-ekonomik sektörüdür. Ancak Türkiye’nin başarılı bir katılımı gerçekleştirebilmesi için, kırsal kesimin geliştirilmesi yanında yönetim kapasitesinin kurulmasında da büyük çaba göstermesi gerekir. Bu durumda Türk çiftçisinin gelir kaybını önlemek için, bazı tarımsal sektörlerinde rekabet yeteneğini artırmak zorundadır. Rekabet koşullarının sağlanması için uzun bir zamana gereksinme duyulacaktır”.

Dünya Ticaret Örgütü, İMF ve ABD Türk Tarımına Ne Dayatıyor?

Dünya Ticaret Örgütü ve IMF’nin baskısı sonucu bugün AB dâhil Türkiye’nin tarım ürünlerine verdiği destekleme alımı politikalarını sıkı bir korumacılık olarak algılamakta ve desteklemenin kalkmasını ve tarımında serbest piyasa politikasının uygulamasını istemektedirler. Başta ABD olmak üzere sahip oldukları ileri teknoloji, güçlü ekonomileri sayesinde üretim fazlası tarım ürünleri stokları oluşmaya başlanmıştır. Eldeki artı ürüne sağladıkları sübvasyon nedeniyle mütevazı şekilde gelişen bizim gibi ülkeler yanında bütün üçüncü dünya ülkelerinin tarımını çökermeye çalışmaktadırlar. Dünya Bankası, IMF ve ABD’nin bütün dünyada yaratmaya çalıştığı temel politika, desteklemelerin kaldırılması yönünde.

Yabancı Mallar Daha mı Kaliteli?

Üniversiteye ilk geldiğim 1980’li yılların başında dışa açılma ile beraber ülkede liberal ekonominin gereği olarak çok ucuza yağlı peyniri, sonra çikita muzu, Arjantin eti derken Şili elması, son yılarda Brezilyadan bakla, fasulye, Meksika’dan ABD’den buğday, İran’dan ceviz, ABD’den pamuk, Kanada’dan mercimek (ki anavatanı Türkiye'dir!) mısır gelmeye başladı. Daha ne olup bittiğini bilmeden bir zamanlar tarım ürünleri ihracatı yapan ülkemiz birden sattığımızdan daha fazla alır bir ülke durumuna getirildik. Uzmanlar ülkemiz pamuğu ABD’den daha ucuz mal etmesi ve kaliteli olmasına rağmen ABD’nin uyguladığı yüksek sübvasyon nedeniyle bizim ürettiğimiz değerin altında bize pamuk sattığını belirtiyorlar. Böylece bir anda çiftçimizin ürettiği pamuk dışarıdan satın alınan pamuktan daha pahalıya mal olduğu için piyasa koşuları gereği dışarının ürünü tercih edilmektedir. Doğal olarak çiftçimiz pamuk ekemez duruma gelmiştir. Bir zamanların ak altın üreticisi Çukurova pamuk ekiminden neredeyse çekilir duruma gelmiştir. Aynı şekilde ülkemize getirtilen ucuz buğday, mısır diğer ürünler ülkemizde tarımı çökertilmiş durumdadır. Hatta kamuoyu da ikna edilmeye çalışılarak destekleme ve sübvasyonun kaldırılması gerektiği topluma anlatılmaktadır. Yapılan propagandada, “ekmeğin pahalı olmasının nedeni destekleme ve sübvansiyon; eğer serbest piyasa koşuları sağlanırsa buğday daha ucuza alınacak, doğal olarak ekmek daha ucuz olacak” deniyor. Tabii Türk tarımı çöktükten sonrada ileride ekmeğin bizlere kaça satılacağını bilmiyoruz. Belki de bugün Afrika’nın tarımsal üretim yönünden içine düştüğü duruma gelebileceğiz. Unutmayalım ülkemizin yakın geçmişte geçirdiği iki büyük ekonomik krizi güçlü tarımı sayesinden kolay atlatmıştır. Halkımızın sosyo-ekonomik sigortası olan tarımımızla iştigal eden geniş kitle kendi öz değerlerine dönmeseydi belki çok daha büyük sosyal bunalımlar yaşayabilirdik.

Türkiye Kime Güvenmeli?

Ülkemiz maalesef tarımsal gelişmede dünyaya ayak uydurmada hazırlıksız yakalandı. Bu konuda yapılan bütün eleştirilere kulak kapatıldı. Ülkenin siyasileri ne yazık ki ulusal bilinçten uzak, daha çok hep batının istek ve talepleri doğrultusunda politikaları istemeseler de uygulamak zorunda kaldılar. Halkta ulusal bilinç ve yurttaşlık bilinci gelişmediği için hep yabancı mallara karşı bir hayranlık oluşmaya başladı. Batılıların isteği ile ülke tarımın temel direkleri olan şeker ve tütün yasaları kaş ile göz arasında topluma kabul ettirildi. Çoğumuzda yabancı hayranlığı, dışarıdan gelen her şey iyi bizimkisi kötü anlayışı egemen. Cebinde Marlboro sigara, üstünde yabancı marka elbise, sofrasında yabancı ürünler. “Bir elinde cımbız, bir elinde ayna umurunda mı dünya”. Bizler daha kahrolsun X ve Y diye duralım veya kimler kimler ile gurur duyuyor diyen slogandan öteye geçmeyen söylemlerle kendimizi avutalım.

Yine maalesef ülkemiz siyasilerinin gelişen tek kutuplu dünyanın bize dayattığı olguların kısa ve uzun sürede ne getireceğini dünya dengelerini düşünerek hesaplama yerine güçlüden yana tavır almayı yeğledikleri görülmektedir. Görebildiğim kadarı ile yurttaş bilinci üzerine inşa edilmiş ulusal bilinçten evrensel bilince ulaşma eksikliği görülmektedir. Ülkemiz insanının kendi potansiyelini tanıması ve buradan dünya gerçeği ile nasıl bütünleşeceğini küresel kalkınma mantığı ile değil, holistik-evresel bakış açısı içinde sağlaması için eğitimini yeniden çağdaş normlara göre şekillendirmesi gerekiyor. Nitelikli eğitilmiş bir toplum yaratmasak korkarım dünya devleri arasında erir gideriz.

Neden Öz Değerlerimize Güvenmiyoruz?

Bu tür yabancı hayranlığı anlayışı daha çok üçüncü ülkelerin kendine güvenmeyen, öz değerlerine güvenmeyen, kendi emeğine değer vermeyen, psikolojik olarak sen veya ben merkezli sağlıksız birey ve toplumlarda görülen davranışlardır. Hâlbuki Cumhuriyeti kuran kuşak kendinden emin, öz değerlere güvenen, onurlu, başı dik, kurtuluş savaşını beyin ve bilek gücü ile kazanmış mutlu insanlardan oluşuyordu. Cumhuriyetin kuruluşunda arkasındaki Anadolu coğrafyası bir çok endemik bitkinin anavatanıdır. Ancak halen yabancıların yaptığı bilimsel çalışmaların ötesine geçemedik. Nohut, mercimek bitkilerinin gen kaynağı ülkemizden binlerce kilometre uzaklıktaki Kanada ve Avustralya’ya götürülerek, oraların koşullarına göre ıslah edildi ve şimdi bu ülkelerden baklagil alır duruma geldik.

Ne yapılmalı?

Kendi coğrafyamızda daha çok araştırma yaparak biyolojik gen kaynaklarımızı belirleyip bankalarını kurup koruma altına almak ilk hedefimiz olmalıdır.

Bütün tohum, damızlık ve gen kaynakları ülkemiz ekolojisine uygun şekilde geliştirilmelidir.

Ülkemizin yetiştirdiği ürünlerin kalitesi artırılmalı, ürüne ve kaliteye göre destekleme sağlanmalıdır.

Tarımda ulusal politika benimsenmeli, teknolojin bütün verileri kullanılarak topraklar etüt edilmeli, arazi kullanım planlaması yapılmalıdır.

Kırsal kalkınma, planlı olarak ülke koşullarına göre düzenlenmelidir.

Eğitim düzeyi düşük kırsal kesimdeki nüfus kırsalda bilimsel esaslara dayalı ekolojik tarım yapmak üzere bulundukları ortamda istihdam edilmelidirler.

Üreticilerin ürünlerini rahat pazarlamaları için kooperatifleşmeleri ve örgütlenmeleri sağlanmalıdır.
Toplumsal bilinç geliştirmeli, tüketici hakları ve diğer önlemler alınmalıdır. 14.12.2008»

*
Aklına sağlık hocam!...


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 20 Aralık 2008


_____________________

* Yazar Hakkında

Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi 1985 mezunu olan Prof. Dr. İbrahim Ortaş, Şanlıurfa Köy Hizmetleri Araştırma Enstitüsü’nde araştırmacı olarak çalıştı, akademik yaşamına 1987’de Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak başladı, doktora öğrenimi İngiltere’de Reading Üniversitesi’nde yaptı.

Halen Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Toprak Bölümü öğretim üyelerinden olan Prof. Ortaş’ın, bilimsel makale, kitap bölümlerine katkı yazısı ve ders notu türünde çoğu yabancı dilde yüz yirmiye yakın yayını var.

-o-o-o-
** Kaynak: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=149823

¹ köme: Tokat yöresi ile kimi Anadolu illerinde cevizli sucuğa verilen ad.
² tarhana: Yine Tokat yöresinde üzüm şırası, buğday nişastası ve bir tür ince bulgurla yapılan lokum kıvamında kışlık bir yiyecek. Tarhana, bir parmak kalınlığında baklava biçiminde kesilip buğday nişastasına belenerek saklanır, bir tabağa ince ince dilimlenerek cevizle birlikte yenir. Biz çocuklar, tarhanayı dilimlemeden ısıra ısıra yemeyi severdik.

© 2008 İK

Kaynak: www.ilgilik.net

Hiç yorum yok: