Bu Blogda Ara

29 Aralık 2008 Pazartesi

Mehmet Akif’ten Konuşurken...

Akif’in Dili


Mehmet Akif Ersoy’u bugünlerde bir kez daha andık. 27 Aralık günü, Şair’in sonsuzluğa geçişinin 72’nci yıldönümüydü.

Ben, bu çok özel şairin yaşamından, yurtseverliğinden, ülke sorunlarıyla ilgilenişlerinden, köksüzlüğe karşı çıkışından, yapıtlarından, ... söz etmeyeceğim. Onun bir başka önemli özelliğini, yüreğinde, yoksullara, çaresizlere, düşkünlere nasıl da koca bir yer ayımış olduğunu belirtmekle yetineceğim. Ve bu bağlamda, Seyfi Baba şiirini bir kez daha okuyayacağım.

Seyfi Baba, daha ilkokul yıllarımda tanıştığım bir şiiri Akif’in... Küçük bir bölümünü okuma kitabımıza almışlardı... Nedendir bilmiyorum, Mehmet Akif’ten konuşurken bu şiirinden pek söz edilmiyor. Bu yılki anmalarda da edilmedi; ya da ben görmedim. Oysa, şiirlerinde Osmanlıca’nın kendine özgü müziğini olabildiğince duyumsatmasını bilen Akif, duru Türkçeyi, içinde yaşadığı sıradan halkın dilini de olanca yalınlığıyla, doğallığıyla nasıl ustaca kullanabildiğini/kullanabileceğini bence işte bu şiiriyle ortaya koymuştur.





Akif, Seyfi Babası’nda, hem Osmanlıcayı hem de halkın dilini ustaca harmanlıyor.





Okuyorum:

SEYFİ BABA


Geçen akşam eve geldim. Dediler:
- Seyfi Baba
Hastalanmış, yatıyormuş.
- Nesi varmış acaba?
- Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.
- Keşki ben evde olaydım... Esef ettim, vah vah!

Bir fener yok mu, verin... Nerde sopam? Kız çabuk ol!
Gecikirsem kalırım beklemeyin... Zîra yol
Hem uzun, hem de bataktır...
- Daha âlâ, kalınız;
Teyzeniz geldi, bu akşam değiliz biz yalınız.

Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde,
Boşanan yağmur iliklerde, çamur taa belde;
Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak
"Gel" diyen taşları kurtarmasa, insan batacak!
Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine,
Boğuyordum müteveffayı bütün aferine...

Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek,
Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!
Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim,
Çifte sandal yüzüyorduk; o yüzer, ben yüzerim!

Çok mu yüzdük bilemem, toprağı bulduk neyse;
Fenerim başladı etrafını tek tük hisse.
Vakıa ben de yoruldum, o fakat pek yorgun...
Bakıyordum daha mahmurluğu üstünde onun:
Kâh olur, kör gibi çarpar sıvasız bir duvara;
Kâh olur, mürde şuaatı* düşer bir mezara;
Kâh bir sakfı* çökük hanenin altında koşar;
Kâh bir mabed-i fersudenin* üstünden aşar;
Vakt olur pek sapa yerlerde, bakarsın, dolaşır;
Sonra en korkulu eşhasa* çekinmez, sataşır...

Gecenin sütre-i yeldasını* çekmiş, uryan,
Sokulup bir saçağın altına güya uyuyan

Hanuman* yoksulu binlerce sefilan-ı beşer*;
Sesi dinmiş yuvalar, hâke serilmiş evler;
Kocasından boşanan bir sürü biçare* karı;
O kopan rabıtanın* darmadağın yavruları;
Zulmetin* yer yer içinden kabaran mezbeleler*:
Evi sırtında, sokaklarda gezen aileler!

Gece rehzen, sabah olmaz mı bakarsın, sâil*!
Serseri, derbeder, avare, harami, kaatil*...
Böyle kaç manzara gördüyse bizim kör kandil
Bana göstermeli bir kerre... Niçin? Belli değil!

Ya o biçare de rahmet suyu nuş eyleyerek*
Hatm-i enfas edivermez* mi hemen "cız" diyerek!?

O zaman samianın*, lamisenin sevkiyle*
Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele!
Sopam artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi...
Ne yalan söyliyeyim kalbime haşyet* geldi.

Hele ya Rabbi şükür, karşıdan üç tane fener
Geçiyor... Sapmayarak doğru yürürlerse eğer,
Giderim arkalarından... Yolu buldum zaten.
Yolu buldum, diyorum, gelmiş iken hâlâ ben!

İşte karşımda bizim yâr-ı kadimin* yurdu.
Bakalım var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu.
Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip
Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip
Açıversem... İyi amma kapı zaten aralık...
Galiba bir çıkan olmuş... Neme lazım, artık
Girerim ben, diyerek kendimi attım içeri,
Ayağımdan çıkarıp lastiği geçtim ileri.

Sağa döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak
Merdiven geldi ki zorcaydı biraz tırmanmak!
Sola döndüm, odanın eski şayak* perdesini,
Aralarken kulağım duydu fakirin sesini:
- Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evladım!
Haklısın, bende kabahat ki haber yollamadım.
Bilirim çoktur işin, sonra bizim yol pek uzun...
Hele dinlen azıcık anlaşılan yorgunsun.
Bereket versin ateş koydu demin komşu kadın...
Üşüyorsan eşiver mangalı, eş eş de ısın.

Odanın loşluğu kasvet* veriyor pek, baktım
Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım.
Hele son kibriti tuttum da yakından yüzüne,
Sürme çekmiş gibi nur* indi mumun kör gözüne!

O zaman nim* açılıp perde-i zulmet*, nagâh*
Gördü bir sahne-i üryan-ı sefalet* ki nigâh,
Şair olsam yine tasviri* olur bence muhal*:
O perişanlığı derpiş* edemez çünkü hayal!

Çekerek dizlerinin üstüne bir eski aba,
Sürünüp mangala yaklaştı bizim Seyfi Baba.
- Ihlamur verdi demin komşu... Bulaydık, şunu, bir...
- Sen otur, ben ararım...
- Olsa içerdik, iyidir...
Aha buldum, aramak istemez oğlum, gitme...

Ben de bir karnı geniş cezve geçirdim elime,
Başladım kaynatarak vemeye fincan fincan,
Azıcık geldi bizim ihtiyarın benzine kan.

- Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?
Nezle oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın.

- Mehmed Ağ'nın evi akmış. Onu aktarmak için
Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.
Ne işin var kiremitlerde a sersem desene!
İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.
Hadi aktarmayayım... Kim getirir ekmeğimi?
Oturup kör gibi, namerde el açmak iyi mi?
Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası:
Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası!
Yoksa, yetmiş beşi geçmiş bir adam iş yapamaz;
Ona ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz.
Hastalandım, bakacak kimseciğim yok; Osman
Gece gündüz koşuyor iş diye; bilmem, ne zaman
Eli ekmek tutacak? İşte, saat belki de üç,
Görüyorsun daha gelmez... Yalınızlık pek güç.
Bazı bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma;
Kimsesizlik bu sefer tak dedi artık canıma!

- Seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece!
Açılırsın, sanırım, terlemiş olsan iyice.

İhtiyar terleyedursun gömülüp yorganına,
Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,
Başladım uyku taharrisine*, lakin ne gezer!
Sızmışım bir aralık neyse yorulmuş da meğer.

Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,
Önce amma şu faki âdemi memnun edeyim.
Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sade!
O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:
Ya hamiyyetsiz* olaydım, ya param olsa idi!

*
Şairi saygıyla anıyorum.


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 29 Aralık 2008


_____________________

* Sözcüklerin, söz kümelerinin anlamları:

mürde şuaat: ölü ışıklar
sakf: dam
mabed-i fersude: eskimiş, yıpranmış tapınak
eşhas: kişiler
sütre-i yelda: uzun perde
uryan: (üryan) çıplak
hanuman: ev bark, ocak
sefilan-ı beşer: yoksul, sefalet çeken, sıkıntıda olan, perişan insanlar
biçare: çaresiz
rabıta: bağ
zulmet: karanlık
mezbele: çöplük
rehzen: yol kesen, haydut, eşkiya
sâil: dilenci
serseri: başıboş
derbeder: yaşayışı, davranışı düzensiz kişi
avare: aylak, başıboş
harami: yol kesen, haydut
kaatil: /a:/ katil
nuş eylemek: içmek
hatm-i enfas edivermek: mec. son nefesini vermek
samia: duyma
lamise: dokunma
sevk: önüne katıp sürme, götürme, gönderme
haşyet: korku
yâr-ı kadim: eski dost
şayak: bir çeşit yünlü kumaş
kasvet: sıkıntı
nur: ışık
nim: yarı
perde-i zulmet: karanlığın perdesi
nagâh: birden bire, ansızın
sahne-i üryan-ı sefalet: sefaletin çıplak durumunu
nigâh: bakış
tasvir: sözle anlatma/anlatılma, betimleme
muhal: olanaksız
derpiş etmek: aklından geçirmek
uyku taharrisi: uyku arama, mec. uyumaya çalışma
hamiyyetsiz: (hamiyetsiz) koruma duygusu olmayan

© 2008 İK

(Kaynak: www.ilgilik.net)

Hiç yorum yok: