Bu Blogda Ara

19 Şubat 2010 Cuma

‘TİHAK’ı Beklerken…

Bir Ümitsiz Vaka


Adam kapıdan girerken sendeledi, az kaldı yere kapaklanacaktı. Ağzından ‘ıh’ ile ‘ah’ arası hafif bir ses çıktı. Güçlükle ayakta duruyordu sanki. Yüzü solgundu.

Bahtiyar Bey adamın çıkardığı sesle uyandı, yerinde doğruldu. Yemekten sonra hep böyle içi geçerdi. Yandaki küçük odada duştan yatağa kadar her bir şeyler vardı, ama o, masasının başında kestirmeyi severdi. Ağzını şapırdatarak dilinin kurumuşluğunu gidermeye çalışırken,

– N’oldu sana böyle bilader, diye sordu. Geç, otur. Ne içersin? Yemek söyleyeyim istersen…

Adamın hâlinden çok dertli olduğu anlaşılıyordu. Ağlayacak gibiydi. Eliyle hiçbir şey istemediğini anlatan bir hareket yaptı, derin bir iç geçirip hal hatır sormaya kalmadan titreyen bir sesle anlatmaya başladı:

– Biliyorsun, bizim hane ufak bi şey… Bize yetip de artıyordu bile; ama şimdi…

Adam sustu; sözlerinin arkasını getirmek istemiyor gibi bir hâli vardı. Bahtiyar Bey, hâlâ ayakta dikilip duran arkadaşına bir kere daha oturmasını söyledi. Keyfi kaçmıştı, ama yapacak bir şey de yoktu. Bu çocukluk arkadaşıyla ilgilenmemek olmazdı. Onu hiç böyle görmemişti. Çok önemli bir derdi olmalıydı. Ön odadaki sekretere “Kızım bize iki çay” deyip merakla arkadaşına döndü:

– E anlatsana yahu n’oldu? Nen var?

Adam masaya yakın bir koltuğun kıyısına ilişirken gizli bir şey söyler gibi sesini alçaltarak konuşmaya başladı:

– Bana yer kalmadı. Evde… Çocuklar gelince biraz sıkışıyorduk, o kadar. Ama şimdi…

Yine susmuştu. Öyle duruyordu… Bu sefer Bahtiyar Bey yerinden kalktı, bir sandalye çekip burun buruna karşısına oturdu:

– Anlatacak mısın arkadaş? Hem geldin uykumun içine ettin hem de adamı merakta bırakıyorsun… Nedir derdin?! Bak Masum, duruşmam var, saat ikide adliyede olmam lazım; sana on beş dakika veriyorum, ne diyeceksen de!

Masum Bey, utana sıkıla derdini dökmeye başladı:

– Evlenme şeyleri çıkalı beri bana evde yer kalmadı. Yengen sabahtan akşama kadar onları seyrediyor. Hastalıklarla şey ediyor televizyonun başına oturmaya, evlenmecilerle devam ediyor… Akşamlara kadar… Akşamlara kadar abicim akşamlara kadar. Allah inandırsın… Evin içinde bir alay insan… Çıldırmamak için mutfağa kapanıyorum. Her tarafı ısıtacak hâlimiz mi var, öbür oda buz gibi… Ben de mutfakta idare ediyorum; orası ufak, ara ara elektrik sobasını ş’apıyorum. İşin kötüsü, yeniden gazete okumaya başladım. E vakit geçmiyor, n’apayım? Almam artık bu meretleri, demiştim ama çaresizlik… Senin anlayacağın, evde yerim yok artık. Yengenle de çekişmek istemiyorum…

Arkadaşı bir avukata yaraşır biçimde kesmeden dinliyordu adamı. Masum bey, duvardaki avukatlık belgesine bakarak kafasındaki soruyu sordu:

– “Sen bilirsin, söyle bana: bu insan hakları şeysi denen şey benim bu derdime çare olur mu dersin? Ha? Sen biliyorsundur.

Bahtiyar Bey, ne böyle bir meseleyle de de böyle bir soruyla karşılaşacağını ummuştu. Gülse miydi ağlasa mıydı… Bu çok sevdiği arkadaşının durumu onu üzmüşü ama gülmemek için de zorlanıyordu; kendisini toparlayıp sordu:

– İnsan Hakları Mahkemesi’ni mi şey ediyorsun? AİHM’yi?

– Ben bilmem, ahim midir değil midir, yeni şey ediyorlarmış, kuruyorlarmış ya…

Bu sefer rahat rahat güldü Bahtiyar Bey:

– İlahi Masumcuğum, ne adamsın… Şimdi çaktım, sen İnsan Hakları Kurumu’nu söylüyorsun… He mi?

Masum Bey ‘evet’ anlamında başını salladı. Soran gözlerle arkadaşının ağzından derdine merhem bir söz çıkmasını bekliyordu.

Bahtiyar Bey arkadaşına ne diyeceğini bilemiyordu. ‘İnsan Hakları Kurumu’ diye bir söz yıllardır dolanıp duruyordu ortalıkta, ama böyle bir kurum daha kurulmuş değildi memlekette… Arkadaşının ümit bağladığı şey henüz ortaya çıkmamıştı. Bildiği bir şey vardı, o da ‘Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu Tasarısı’nın Bakanlar kurulu’nda kabul edilip Meclis’e gitmiş olduğuydu.

Komisyonlar, Meclis’te uzun uzun görüşmeler… Daha şimdiden muhalif sesler vardı. İktidarın niyeti falan… Hem böyle bir kurum ortaya çıksa da Masum Bey’in işi zordu. Bahtiyar Bey bunları hâl diliyle arkadaşına anlattı. Saate baktı: çıkma vakti gelmişti. Kalktı, kara düşüncelere dalmış, kıpırdamadan öylece oturan arkadaşının omzuna dokundu:

– Hadi bana eyvallah… Sen istersen burada otur; bak televizyon da var: biraz hürriyetini yaşa. Meclis’teki görüşmeleri izle mesela… Belki senin şeyi de konuşurlar… Ben beş gibi gelirim, akşama Yaşar’ı da alır bizim lokalde iki tek atarız, ha?... Sıkma canınııı, ben yengemle konuşurum. Bi tek ölüme çare yok…

Masum Bey’den çıt çıkmadı, başını ‘olur’ makamında salladı, o kadar. Durumunu anlamıştı: onunki ümitsiz bir vakaydı. Bir süre kıpırdamadan kös kös oturduktan sonra bilinçsizce uzandı, televizyonun kumandasını aldı. İlk defa görüyormuş gibi uzun uzun bakıp inceledi elindeki aleti, sonra da gelişigüzel bir tuşa bastı. Basmasıyla birlikte büroyu evlenme programlarından biri dolduruverdi. Masum Bey hemen başka bir tuşa bastı; bu seferki bir moda kanalıydı. Masum Bey ilk kez yüksek sesle haykırdı:

– Kumanda kimdeyse Süleyman odur!

Ve işte o anda kararını verdi Masum Bey: ilk işi, son teknolojilisinden bir televizyon alıp evin öteki odasında kendi hükümranlığını ilan etmek olacaktı. Hem de çatıya bayrak niyetine bir çanak dikerek…


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 19 Şubat 2010


© 2010 İK

Hiç yorum yok: