Bu Blogda Ara

24 Şubat 2010 Çarşamba

Duruma Aykırı Bir Söz

Duruma Aykırı Bir Söz

http://www.ilgilik.net/ kaynağından 21 Mayıs 2008 tarihli bir yazım; altbaşlık: "Yargıçlar Konuşmaz, Karar Verir".

İnal Karagözoğlu

Ekmekler Nicedir Bozuk…

Şimdi Mayayı Yenileme Zamanı


Geçen pazar günü bir gazetede ekmekten de söz ediliyordu. Hem de iki yerde… İnsanları salak yerine koyan reklam yazılarıydı bunlar. Frenklerin ‘advertorial’ dedikleri haber görümünde tanıtım şeyleri…


Bunları görünce, yıllar önce kesip sakladığım bir yazıyı aradım. Ekmek diye yediğimiz şeyin ne kadar ekmek olduğunu irdeleyen, “ekmeğimi istiyorum” diye haykıran bir yazıydı. Bulamadım. O zamanlar daha ekmekte de dışa bağımlı duruma getirilmemiştik. Yazının sahibi bilmem bugünleri gördü mü? Gördüyse acaba neler demiştir?


*
Ekmek önemli. Başta gelen ihtiyaç. Nimet. Öpüp de başımıza koyduğumuz. Ve pek çok anlam yüklemişiz ekmeğe… Atasözlerinde, özlü sözlerde, şarkılarda, türkülerde, deyimlerde, yeminlerde, … yer almış. Yazar çizerlerin de ekmekten söz etmişlikleri var… En azından yapıtlarında ‘ekmek’ sözü geçmiştir. Onlardan biri de Oktay Akbal. Bir kitabının başlığını bu sözcük üzerine kurmuş: Önce Ekmekler Bozuldu. Akbal’ın ilk kitabı; 1946’da yayımlanmış…








Ekmek önemli. Başta gelen ihtiyaç. Nimet… Ekmekte unun niteliği çok önemli. Hele de mayanın…


‘Önce Ekmekler Bozuldu’sunda neler anlatıyordu Oktay Akbal? Yetişkinliğe yeni ulaşmış bir kişinin düşlerini, aşklarını, … ve umutlarını… Bütün bu duygusal seslenişlerin arkasındaki görüntüde, İkinci Dünya Savaşı’na girme korkuları içinde çırpınan bir büyük kent vardır; o kent İstanbul’dur…


940’lı yıllar çok uzakta kaldı. O yılların İstanbulu da…


*
İstanbul, bu ülkede yaşayanlardan, yaşananlardan birer parça taşıyan bir kent. Ve hemen herkes, “Nerede o eski İstanbul” diye hayıflanıyor. Ama bizler, her birimiz, ‘o eski İstanbul’ her ne ise, onu birinci elden bozanlardan biri değilsek bile en azından bu bozulmaya ‘emeği çeçmiş’ olanların ailesinden gelen birisi değil miyiz?


Ve yalnızca İstanbul’u mu bozduk? Becerimizin göstergesi bu kente ettiklerimizle mi sınırlı? Bozulmadık neyimiz kalmış?


Akbal’ın ‘bozuldu’ dediği ekmeği bulmak bile artık hayal.


*
Ekmeğin bileşenleri un, tuz, su, maya. Unun niteliği bu işte çok önemli. Hele de maya… Tabii, hamur tutma, mayalama ve pişirme koşullarını yerine getirmezseniz ekmek yapamazsınız… Yani, bu iş ustalık ister. Hamurkârından pişiricisine kadar… Fırıncı? Her şeyden önce, eksik vezin peşinde olmamalı.


*
Ekmekler çoktandır bozuk; şimdi öncelikle mayayı yenileme zamanı. Yeniledin yeniledin, yoksa, gitti gider…



İnal Karagözoğlu
Yarımca, 23 Şubat 2010

© 2010 İK

19 Şubat 2010 Cuma

‘TİHAK’ı Beklerken…

Bir Ümitsiz Vaka


Adam kapıdan girerken sendeledi, az kaldı yere kapaklanacaktı. Ağzından ‘ıh’ ile ‘ah’ arası hafif bir ses çıktı. Güçlükle ayakta duruyordu sanki. Yüzü solgundu.

Bahtiyar Bey adamın çıkardığı sesle uyandı, yerinde doğruldu. Yemekten sonra hep böyle içi geçerdi. Yandaki küçük odada duştan yatağa kadar her bir şeyler vardı, ama o, masasının başında kestirmeyi severdi. Ağzını şapırdatarak dilinin kurumuşluğunu gidermeye çalışırken,

– N’oldu sana böyle bilader, diye sordu. Geç, otur. Ne içersin? Yemek söyleyeyim istersen…

Adamın hâlinden çok dertli olduğu anlaşılıyordu. Ağlayacak gibiydi. Eliyle hiçbir şey istemediğini anlatan bir hareket yaptı, derin bir iç geçirip hal hatır sormaya kalmadan titreyen bir sesle anlatmaya başladı:

– Biliyorsun, bizim hane ufak bi şey… Bize yetip de artıyordu bile; ama şimdi…

Adam sustu; sözlerinin arkasını getirmek istemiyor gibi bir hâli vardı. Bahtiyar Bey, hâlâ ayakta dikilip duran arkadaşına bir kere daha oturmasını söyledi. Keyfi kaçmıştı, ama yapacak bir şey de yoktu. Bu çocukluk arkadaşıyla ilgilenmemek olmazdı. Onu hiç böyle görmemişti. Çok önemli bir derdi olmalıydı. Ön odadaki sekretere “Kızım bize iki çay” deyip merakla arkadaşına döndü:

– E anlatsana yahu n’oldu? Nen var?

Adam masaya yakın bir koltuğun kıyısına ilişirken gizli bir şey söyler gibi sesini alçaltarak konuşmaya başladı:

– Bana yer kalmadı. Evde… Çocuklar gelince biraz sıkışıyorduk, o kadar. Ama şimdi…

Yine susmuştu. Öyle duruyordu… Bu sefer Bahtiyar Bey yerinden kalktı, bir sandalye çekip burun buruna karşısına oturdu:

– Anlatacak mısın arkadaş? Hem geldin uykumun içine ettin hem de adamı merakta bırakıyorsun… Nedir derdin?! Bak Masum, duruşmam var, saat ikide adliyede olmam lazım; sana on beş dakika veriyorum, ne diyeceksen de!

Masum Bey, utana sıkıla derdini dökmeye başladı:

– Evlenme şeyleri çıkalı beri bana evde yer kalmadı. Yengen sabahtan akşama kadar onları seyrediyor. Hastalıklarla şey ediyor televizyonun başına oturmaya, evlenmecilerle devam ediyor… Akşamlara kadar… Akşamlara kadar abicim akşamlara kadar. Allah inandırsın… Evin içinde bir alay insan… Çıldırmamak için mutfağa kapanıyorum. Her tarafı ısıtacak hâlimiz mi var, öbür oda buz gibi… Ben de mutfakta idare ediyorum; orası ufak, ara ara elektrik sobasını ş’apıyorum. İşin kötüsü, yeniden gazete okumaya başladım. E vakit geçmiyor, n’apayım? Almam artık bu meretleri, demiştim ama çaresizlik… Senin anlayacağın, evde yerim yok artık. Yengenle de çekişmek istemiyorum…

Arkadaşı bir avukata yaraşır biçimde kesmeden dinliyordu adamı. Masum bey, duvardaki avukatlık belgesine bakarak kafasındaki soruyu sordu:

– “Sen bilirsin, söyle bana: bu insan hakları şeysi denen şey benim bu derdime çare olur mu dersin? Ha? Sen biliyorsundur.

Bahtiyar Bey, ne böyle bir meseleyle de de böyle bir soruyla karşılaşacağını ummuştu. Gülse miydi ağlasa mıydı… Bu çok sevdiği arkadaşının durumu onu üzmüşü ama gülmemek için de zorlanıyordu; kendisini toparlayıp sordu:

– İnsan Hakları Mahkemesi’ni mi şey ediyorsun? AİHM’yi?

– Ben bilmem, ahim midir değil midir, yeni şey ediyorlarmış, kuruyorlarmış ya…

Bu sefer rahat rahat güldü Bahtiyar Bey:

– İlahi Masumcuğum, ne adamsın… Şimdi çaktım, sen İnsan Hakları Kurumu’nu söylüyorsun… He mi?

Masum Bey ‘evet’ anlamında başını salladı. Soran gözlerle arkadaşının ağzından derdine merhem bir söz çıkmasını bekliyordu.

Bahtiyar Bey arkadaşına ne diyeceğini bilemiyordu. ‘İnsan Hakları Kurumu’ diye bir söz yıllardır dolanıp duruyordu ortalıkta, ama böyle bir kurum daha kurulmuş değildi memlekette… Arkadaşının ümit bağladığı şey henüz ortaya çıkmamıştı. Bildiği bir şey vardı, o da ‘Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu Tasarısı’nın Bakanlar kurulu’nda kabul edilip Meclis’e gitmiş olduğuydu.

Komisyonlar, Meclis’te uzun uzun görüşmeler… Daha şimdiden muhalif sesler vardı. İktidarın niyeti falan… Hem böyle bir kurum ortaya çıksa da Masum Bey’in işi zordu. Bahtiyar Bey bunları hâl diliyle arkadaşına anlattı. Saate baktı: çıkma vakti gelmişti. Kalktı, kara düşüncelere dalmış, kıpırdamadan öylece oturan arkadaşının omzuna dokundu:

– Hadi bana eyvallah… Sen istersen burada otur; bak televizyon da var: biraz hürriyetini yaşa. Meclis’teki görüşmeleri izle mesela… Belki senin şeyi de konuşurlar… Ben beş gibi gelirim, akşama Yaşar’ı da alır bizim lokalde iki tek atarız, ha?... Sıkma canınııı, ben yengemle konuşurum. Bi tek ölüme çare yok…

Masum Bey’den çıt çıkmadı, başını ‘olur’ makamında salladı, o kadar. Durumunu anlamıştı: onunki ümitsiz bir vakaydı. Bir süre kıpırdamadan kös kös oturduktan sonra bilinçsizce uzandı, televizyonun kumandasını aldı. İlk defa görüyormuş gibi uzun uzun bakıp inceledi elindeki aleti, sonra da gelişigüzel bir tuşa bastı. Basmasıyla birlikte büroyu evlenme programlarından biri dolduruverdi. Masum Bey hemen başka bir tuşa bastı; bu seferki bir moda kanalıydı. Masum Bey ilk kez yüksek sesle haykırdı:

– Kumanda kimdeyse Süleyman odur!

Ve işte o anda kararını verdi Masum Bey: ilk işi, son teknolojilisinden bir televizyon alıp evin öteki odasında kendi hükümranlığını ilan etmek olacaktı. Hem de çatıya bayrak niyetine bir çanak dikerek…


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 19 Şubat 2010


© 2010 İK

13 Şubat 2010 Cumartesi

‘Ufak’ Şeyler…

Halid Ziya’ya Acı Vermek


Televizyonda bir dizi var, her bölümünde eşimle birlikte beyazcama yapışıyoruz. Akşamdan gece yarılarına kadar… ‘Aşk-ı Memnu’ adlı ‘şey’den söz ediyorum. Hani şu, duyurularını, sunularını sıvaşık bir sesin yaptığı diziden… Geçen perşembe akşamı milletçe altmışıncı bölümünü idrak ettik. Halid Ziya Uşaklıgil’in aynı adlı romanından uyarlandığı söyleniyor.


Aşk-ı Memnu’nun Türk harfleriyle ilk basımını 1939’da Hilmi Kitabevi yapmış.

Benim bu diziyle sorunum var. Hayır, ‘örf ve âdetlerimize uygun düşmüyor’ diyenlerden değilim; burada tanık olunanlar ‘kamuya açık’ o kadar. Madame Bovary’nin yayımlanmasının üzerinden yüz otuz yedi koca yıl geçmiş… Hâlâ mı böyle şeylere şey edeceğiz!?


Sıra Aşk-ı Memnu’ya geldi mi, eşimle ben akşamdan gece yarılarına kadar sinek gibi beyazcama yapışıyoruz.

Benim derdim, diziye ilişkin duyurulardaki, sunulardaki o sıvaşık sesin Uşaklıgil’in adını söylerken ‘Halid’in ‘a’sını kısa sesletmesi. Dizi ilk başladığından beri bu böyle. “Ha bu hafta düzeltirler ha gelecek hafta düzeltirler” diye diye önceki günü ettim: bakıyorum, ilgililerin durumdan memnuniyeti sürüyor.


Gerçekçilik akımının öncüsü Fransız yazar Gustave Flaubert, Madame Bovary’sini ilk kez 1857’de yayımlamıştı.

Dizinin genelağ sayfasında şimdiye kadar beş yüze yakın yorum yapılmış; içlerinde şu benim takıldığım “kısa a’lı Halit” meselesine değinileni yok. Millet, son zamanlarda daha çok “ya nası nihal&behlül dersiniz yaa??arada AŞK yok,TUTKU yok,SEVGİ yokkkk..yokk yokk yokk hiçbişi yokkk!!!sadece hastalıklı zengin kızı nihalin behlül saplantısı var ortada!!nihal behlül ilişkisini ASLA desteklemiyoruzzzzz!!!!!bu bir dizi ve biz bu dizide AŞK görmek istiyoruzzzz..gerçek aşkı ama!!!behlül&bihter aşkını.........” ayaklarında… İlk yorumlar da, “kıvanç tatlıtuğ ekranlara çok yakışıyor eminim bu rolünde hakkını vericektir kendisine başarılar diliyrm. dizinin yaprak dökümü gibi uzun soluklu ve başarılı olmasını dilerim / ötle bi kadrosu varki izlemememk elde deiğil.beren saate ve kıvanç tatlutuğa öyle yakışmışki rol harika bir dizi 5-6 sene hiç bitmez umarım:):)” makamından şeyler…


Uşaklıgil, yazında gerçekçiliğin bizdeki ilk temsilcisi. Adının doğru düzgün söylenemeyişi beni üzüyor.

“E bu derdini sen yazsaydın” denirse, yanıtım “Kim okur, kim dinler” olur. Ama dur, yazacağım… Bence bu dizi daha çok su kaldırır; bir altmış bölüm daha beklerim şahsen; bakalım Halit’in a’sı uzayacak mı? Bire yüz yirmi bahse girerim, uzamaz. Ancak, yalnızca benim yazmam şartıyla… Başkaları da yazarsa onu saymam. Bunu da burada demiş olayım. Ve dilerim yüzüm kara çıkar.

*
Yazınımızın doğalcı-gerçekçi ilk romancısı sayılan Uşaklıgil’in ilk adını dilimizin yaygın yazım kurallarına uyarak ‘Halit’ diye yazmak ve öyle sesletmek tamam, ama a’sını kısa kesmek yakışık almıyor. Hele hele Kanal D ile diziyi kotaran Ay Yapım’a hiç… Yapımcılık da yayımcılık da zor iştir; hakkını vermek gerekir. İnsanlar doğru şeyler öğrenmeli bu işleri yapanlardan. Öyle değil mi?

Halid Ziya’ya acı vermek beni üzüyor.


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 13 Şubat 2010

______________________
Fotoğrafların kaynağı sırasıyla:
- Gitti Gidiyor
- Web TV
- Wikipedia >>> Wikipedia
- Wikipedia

© 2010 ilgilik

8 Şubat 2010 Pazartesi

İki Şarkı Eşliğinde Düşünceler

Özelleştirme Ne Değildir?


Bu konuya hiç değinmeyecektim. Artık mide bulandırıcı şeylerden kaçmak mı istiyorum ne? Hem, iki yıl kadar önceki bir yazımda, bir 28 Haziran’da, İzmit’in düşman işgalinden kurtuluşunun yıldönümünde, bizdeki özelleştirmelerden de söz etmek zorunda kalmamış mıydım? Bu yetmez miydi? Bence yeterdi.

Memleket meseleleriyle bu işe soyunan devletliler uğraşsındı… İktidarıyla muhalefetiyle… Bizler değil.

Bu uzak duruşlar dinlendirici oluyor. Dün akşam da kendimi televizyonda ‘Bir Şarkısın Sen çocukları’na vermiştim; özellikle de Şebnem Keskin’i dinlemek beni yeniliyor… Derken ilk şarkısını söylüyor; yine pek başarılı: No Doubt’ın ‘Konuşma’sı. Don’t speak… Bir aşk şarkısı: “Sen ve ben, eskiden birlikteydik; / Her gün birlikteydik, her zaman” diye başlıyor… Ve şarkının 90’lı yılların ortalarından gelen kimi dizeleri ‘dinlenmeye niyetli’ bana günümüzden neleri neleri çağrıştırıyor…

“Konuşma, ne dediğini biliyorum; / Anlatma çünkü incitiyor. / Başım ellerimin arasında oturup ağlıyorum, / Her şey bitiyor. / Sen ve ben, öldüğümüzü görebiliyorum… / Ölüyor muyuz? / Anlatma, çünkü incitiyor / Ne dediğini biliyorum… / Konuşma, konuşma, konuşma…”

Hadi gel de düşüncelere dalma!...

………
Derken derken, bir de bakıyorum, bu kez izlencenin konuğu Bora Ayanoğlu, müziğiyle sarıp sarmaladığı dizelerini taşımakta: ‘Fabrika Kızı’… Taa 1970’ten… Ülkem daha 12 Mart’la sarsılmamış… İşte o özgür esinti*:




“Gün doğarken her sabah
Bir kız geçer kapımdan;
Köşeyi dönüp kaybolur
Başı önde, yorgunca…

Fabrikada tütün sarar
Sanki kendi içer gibi;
Sararken de hayal kurar
Bütün insanlar gibi…

Bir evi olsun ister,
Bir de içmeyen kocası…
Tanrı ne verirse geçinir gider;
Yeter ki mutlu olsun yuvası.

Dışarı(ı)da bir yağmur başlar,
Yüreğinde derin sızı;
Gözlerinden yaşlar akar,
Ağlar fabrika kızı…

Oysa yatağında bile
Bir gün uyku göremez,
İhtiyar anası gibi
Kadınlığını bilemez…

Makineler diken gibi
Batar her gün kalbine;
Yün örecek elleri
Her gün ekmek derdinde.

Gün batarken her akşam
Bir kız geçer kapımdan;
Köşeyi dönüp kaybolur
Başı önde, yorgunca…

Fabrikada tütün sarar
Sanki kendi içer gibi;
Sararken de hayal kurar
Bütün insanlar gibi…”
‘Konuşma’ ve ‘Fabrika Kızı’…

Günümüzün gerçeklerine dönüyorum ve hiç değinmeyecektim dediğim konuya dalıyorum… Evet, bir şeyleri yinelemem için yetiyor da artıyor bu iki şarkı:

«I- ÖZELLEŞTİRME İLE İLGİLİ GENEL BİLGİLER**

………

B. Özelleştirme

1- Kavram Olarak Özelleştirme :

Özelleştirme (privatization) sözcüğü ilk defa 1983 yılında Webster’s New Collegiate Dictionary’nin 9. baskısında yer almış ve “özel hâle getirmek, sınai veya ticari hayattaki denetim ve mülkiyeti, kamu kesiminden özel kesime aktarmak” olarak tanımlanmıştır. Sözcüğün ilk kullanılışı ise, Peter F. Drucker’ın 1969 yılında basılan “The Age of Discountinuity” isimli eserinde “reprivatization” şeklinde olmuş, 1976 yılında ise Robert W. Pooe bu terimi, “privatization” olarak kısaltmış ve “Reason Foundation” isimli çalışmasında kullanmıştır.

Özelleştirme ilk defa 1979 yılında İngiltere’de Muhafazakâr Partinin seçim manifestosunda yer almış, ilk özelleştirme uygulamaları da (Şili uygulaması hariç tutulacak olursa) yine İngiltere’de Muhafazakâr Parti döneminde gerçekleştirilmiştir. Daha sonra Kasım 1980’de ABD’de başkanlık seçimlerinin Ronald Reagan tarafından kazanılması ile uygulama dünyaya ihraç edilir hale gelmiştir.

Özelleştirmeyle ilgili olarak sayısız kitap, makale vb. yayınlanmış olup, bunların hemen tamamında ortak olan noktalar tanımına ve uygulama yöntemlerine ilişkindir. Özelleştirme dar ve geniş anlamlı olarak tanımlanmaktadır.

Özelleştirme dar anlamıyla, “mülkiyeti ve yönetimi kamuya ait olan iktisadi üretim birimlerinin özel sektöre devri” olarak tanımlanmaktadır. Bu devir, genel olarak ya iktisadi birime ait hisse senetlerinin halka arzı yoluyla ya da iktisadi birimin bir bütün olarak (blok satış) kişi ya da kurumlara satışıyla gerçekleşmektedir. Bu çerçevede, tarihin çeşitli dönemlerinde hemen her ülkede, kamu mülkiyetindeki birimlerin, özel sektöre devri söz konusu olduğu halde, bu devirlerden hiç birisi “özelleştirme” olarak adlandırılmamıştır. Özelleştirme, basit bir mülkiyet veya yönetim transferinin ötesinde, bütün bir iktisadi organizasyonu, serbest piyasa mekanizmasına göre işleyen yapıya kavuşturmak ve bunun için gerekli dönüşümü sağlamaktır. Bütün bu unsurlar ise özelleştirmenin geniş anlamda tanımında yer almaktadır.

Geniş anlamda özelleştirmede, mülkiyet devrinin yanı sıra, bu tür kuruluşların özel kesime kiralanması, kamu kesimi tarafından üretilen mal ve hizmetlerin finansmanının özel kesimce sağlanması, yönetimin özel kesime devri, mal ve hizmet üretimindeki kamusal tekellerin kaldırılması ve kurumsal serbestleşme de özelleştirme kavramı içinde yer almaktadır.

Bu çerçeve içinde özelleştirme bir bütün olarak devletin iktisadi faaliyetlerinin sınırlandırılmasını ve ekonomide piyasa güçlerinin etkili kılınmasını ifade eden bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Türkiye’de çay ve tütün tekellerinin ortadan kaldırılması, bu alana özel sektörün de girmesini sağlayacak yasal düzenlemelerin yapılması, geniş anlamda bir özelleştirme örneğidir. Yine KİT’lerde belirli işlerin (temizlik, yemek ve hatta üretime yönelik bazı işlerin) ihale yoluyla özel girişime bırakılması da bu anlamda özelleştirme olmaktadır. İmtiyaz devri, yönetim devri, kiralama yöntemi, gelir ortaklığı yöntemi vb. yöntemler geniş anlamda özelleştirme kapsamına girmektedir.

………

DEĞERLENDİRME

1980’li yıllardan itibaren, dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde başlatılan özelleştirme uygulamaları, her ülkeye uygulanabilecek tek özelleştirme yöntemi olmadığını, ülkelerin ekonomik, sosyal yapı ve gereksinimlerine göre uygulamanın biçimlenmesi gerektiğini ortaya koymuştur.

Tekelleşmeyi önleyici ayrıntılı düzenlemeler yapılmadan, fiyat, üretim, yatırım gibi konularda bağımsız düzenleyici kurumlar oluşturulmadan, ülkenin gelişmişlik düzeyi, piyasaların yapısı, gelişmişliği, teknolojinin durumu, gelir dağılımı ve bölgesel gelişmişlik farkları gibi hususlar dikkate alınmadan, kısa dönemde bütçe açıklarını kapatmak için, devlete gelir sağlamayı hedefleyen, öncelikleri doğru belirlenmemiş bir şekilde özelleştirme yapılmasının, ekonomide yarardan çok, zarar getireceği, özelleştirmenin finansörlerinden olan Dünya Bankası uzmanlarınca hazırlanan ülke raporlarında da zaman zaman dile getirilen gerçeklerdir.

Kamu ekonomik girişimciliğinin ve kamu müdahaleciliğinin özelleştirme ile son bulması beklenilmemektedir. Bunun en temel nedenlerinden birisi, toplum halinde yaşamaktan kaynaklanan gereksinimler ile özel sektörün kâr saikinin her zaman bire bir çakışmamasıdır.

Bazı sektörlerde optimal yatırım hacminin ve başlangıç masraflarının çok yüksek olması, özel sektörün gerekli sermaye donanımına sahip olmaması veya kâr marjını yeterli görmemesi gibi faktörler, bu alanlara devletin girmesini zorunlu kılabilmektedir.

Özelleştirme uygulamaları üzerine yapılan araştırmalar, yalnızca kamu mülkiyetinin, özel sektöre devrinin, ekonomide etkinlik ve verimliliği sağlamak için yeterli olmadığını göstermektedir.

Özelleştirme, bütün endüstri ilişkileri sistemine, en azından kısa dönemde olumsuz etkileri olan bir iktisadi politika aracıdır. Bu olumsuz etkinin uzun dönemde ortadan kalkması, özelleştirme ile beklenen amaçların gerçekleşmesi ile mümkün olabilecektir.

Türkiye ekonomisinde dönem dönem yapılan araştırmalar, piyasada tekelci eğilimlerin güçlü olduğunu ve genelde rekabetçi değil, oligopolistik bir yapı bulunduğunu göstermektedir. Bu nedenle, özellikle kamu tekellerinin, özel tekellere dönüşümünü engelleyecek önlemlerin, özelleştirme ile birlikte uygulamaya konması gerekmektedir.

KİT’lerin satın alınması için kullanılan kaynakların, özel kesimde rekabete dönüşebilecek kaynaklarla rekabete girmemesi, dışlama etkisi yaratmaması gerekmektedir. Bu nedenle KİT’lerin özelleştirilmesinde, âtıl tasarrufları harekete geçirmeye olanak sağlayacak şekilde, halka arz yöntemine ağırlık verilmesi gerekmektedir.»

*
‘İktidarı belirleyenlerin onlar olmadığı’ söylenen Tekel işçileri, 4/C, artık her sabah gün doğarken yollara çıkmayan tütün işçileri, yağmura hacet kalmadan ıslanan tekel işçileri… Konuşmanıza ne gerek, diyeceklerinizi biliyorum; ve başım ellerimin arasında oturup ağlıyorum; çünkü, her şeyler bitiyor… Hep birlikte öldüğümüzü görüyorum… Anlatma, çünkü incitiyor; konuşma, konuşma, konuşma!...


İnal Karagözoğlu
Yarımca, 7 Şubat 2010

_______________
* Fabrika Kızı -Alpay söylüyor.
** Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu’nun genelağdaki yerinde, Özelleştirme Ders Notları başlıklı bir çalışma var; bu kurula alınan denetçi yardımcılarına verilen eğitimde yararlanılmak üzere 2004 yılında Kurul’un başdenetçisi Nursel Öztürk hazırlamış.
(bkz. http://www.ydk.gov.tr/egitim_notlari/ozellestirme.htm )

© 2010 İK